Ve 2014 yılının son önerisi.Umarım yeni yılda daha kalabalık ve bol önerili bir yıl geçiririz :) <3.
Eski "Son Keşifler" yeni "Abur Cubur" oldu. Zaten o bölüm sadece yeni şarkılar ya da daha önce bilmediğim şarkılardan oluşmadığı için bu daha iyi oldu :D. Şimdi gelin yeni bir başlangıç yapalım ve 7 şarkılık listeyle bu bölümü kutlayalım :D.
1. Yine bir önceki listemdeki ilk şarkının sahibi Azealia Banks'ten güzel bir Interpol coverı geliyor "Slow Hands".
2. Mos Def - Six Days ile yürekleri dağlıyor.
3. Michael Jackson eşliğinde "Somebody's watching me".
4. Moby ""In This World" ile kulaklarınızın pasını silsin.
5. Lana Del Rey saltanatına yaraşır bir şarkıyla "West Coast" diyor.
6. Canım arkadaşım Sinem'in önerdiği güzel bir Peppermoon şarkısı.
7. Son keşiflere yaraşır bana yeni olan bir şarkı "Kimileri Birileri".
Bu yazıyı açanlar sanmasınlar ki güzel ve sakin bir şekilde Morrissey konserine gittim, konseri anlatacağım. Yok öyle bir dünya. Bir kere o konsere ben gidiyorum ben. Nerede görülmüş kolay olduğu. Bol olaylı az biraz maceralı zaten unutulmayacak konsere bir de kendi özel yeteneğim olan şanssızlığımla geceye damga vurdum. Öyle konsere en öne bilet almakla, İstanbul'dan konsere gitmekle olmuyor Morrissey hayranlığı. Bir de benden dinleyin nasıl gittiğimi sonra karar verin öyle mi oluyormuş böyle mi :).
Trajikomik hikayeme bundan yaklaşık olarak bir ay öncesinde konseri öğrenmem ve canım arkadaşım Özgecan' ıma mesaj atmamla başladı. Her şey Özge'ye 'Beni Morrissey konserine götürsene' mesajımla ve Özge'nin de en sonunda tamam hadi yapalım artık şu işi demesiyle olaylara giriş yaptık. Bizim geçmişimizden de şöyle azıcık bahsedeyim de bu konserin bizim için ekstra önemini bir kavrayın. Biz liseden beri (aynı üniversitedeyiz) hep Rock'n Coke olsun, diğer festivaller, başka konserler olsun öyle uzaktan uzaktan içlenir üniversiteye gittiğimizde hiçbiri kaçmayacak uzaktan değil yakından dinleyeceğiz diyen, hayalleri olan gençlerdik. Hahaha ne hoş. Özge kuzumun bu sene son senesi biz bırakın Ankara dışındaki festivallere gitmeyi, Ankara'daki konserlere gidemedik. Yani gittik de çok değil. Karşımıza böyle bir fırsat çıkınca kaçırmak istemedik. Tarih 7 Aralık Pazar olunca da bizim için mükemmeldi. Tek sıkıntı benim ertesi gün öğlen 13.45'te sınavımın olmasıydı ama sonuçta söz konusu Morrissey'di, öyle vazgeçilemezdi hemen. Zaten sınav öğlendi biz günübirlik gidip döneceğimiz için haydi haydi yetişirdik. Hatta ileri zamanlarda öğrenecektim ki sınav bir hafta sonrasına ertelenecekti, mükemmeldi. Şanssızlığım şansım mı olmuştu, inanamadım, Morrissey aşkına. Ertesi gün sınav stresi olmadan Morrissey sarhoşluğu içinde dönecektim güzelim Ankara'ma.
Ve başladık beklemeye ön satış çıksın da öğrenci kısmından alalım. Biz gece gündüz çıksa da alsak diye beklerken bakmadığımız bir an açılmış hatta tükenmişti. İşte orada başladı olaylar anlamalıydık, bu konsere gitmek tahminimizden zor olacaktı. Biz inatçı gençler olarak yılmadık. O konsere gidilecekti. Ve gözümüzü karartıp, ay içinde biraz sıkıntı çekmeyi göze alıp kıydık paramıza ve tribünden bilet aldık. Hatta Hızlı Tren uygulamasından yararlanıp erkenden iade edilemez gidiş biletlerimizi de aldık. Erken gidip oradaki canım arkadaşım Yonca ile buluşup İstanbul'u gezip, sohbetimiz edip, akşamı da Morrissey konseriyle şenlendirecektik. Elimizde biletler başladık beklemeye. Kimselere de son güne kadar söylemiyoruz, aman bir şey olur gidemeyiz diye olur ya bi aksilik olur üzülürüz diye. Sonuç olarak son gün geldi çattı. Biz arkadaşlarla tiyatro dönüşünde artık rahatız. Daha önce de bahsettiğim Anıl arkadaşım konsere gelemedi ve bizden istek yapıyor. 'I know it's over çalarsa mutlaka beni arayacaksınız' diye. Biz de ne demek genç tabi ki deyip, hep beraber oturup gülüyoruz. İşte mükemmeliyetin son zamanları. Biz böyle planlar yaparken, hayat bize gülmedi resmen kahkaha attı. Odama gelip aman da şu mesajlarıma bakayım diyen her şeyden habersiz ben, 9 saat önceki bir maille donakaldım. Neden mi çünkü konser 'lojistik nedenlerden' dolayı ertesi gün yani 7 Aralık'ta değildi, 17 Aralık Çarşamba gününe ertelenmişti. Biz bütün gün gideceğimiz için hazırlıklar yaparken, ertesi gün Morrissey'i göreceğimiz için heyecanlanırken olmayacak şey olmuş konser ertelenmişti. Hemen Biletix'ten kontrol edip Özge'yi aradım. Ve biz o arada ayrılığın o 7 aşamasını şoktan kabullenmeye en son çözüm önerilerine kadar yaşadık. Çünkü sıkıntı konserin ertelenmesi değil ertelendiği tarih 17 Aralık günüydü. Zira 17 Aralık Çarşamba günü sabah 9.30'da ve 18 Aralık Perşembe günü saat 10.00'da yine sınavım vardı. Evet, işte boşuna demiyorum şanssızlıkta dünya markasıyım diye. Benim için mükemmel olan tarih bir anda en olmaması gereken zaman aralığındaydı. Yani benim için şanssızlıktan ve bahtsızlıktan öte bir şeydi. Ne yani neden hafta içine alınmıştı, neden başka çarşamba değil de ille o çarşambaydı? İşte ben bunlarla üzülüp kendimi harap ederken bir yandan da olayın imkansızdan bir tık eksik olduğunu fark edip hemen plan yapmaya başladım. Ve bol yolculuklu, koşuşturmalı istemeden oluşan B planımızla hareket etmeye karar verdik. Özetle şöyle olacaktı. Biz, ben sınavdan çıktıktan sonra uçakla gidip, otobüsle hemen dönecektik ki ben sabah sınavıma yine yetişebileyim. Tabi bu arada hem hazırlanıp hem sınavlara çalışmam gerekiyordu çünkü ikinci sınavımdan önceki gecenin başında konserde sonrasında da yolda olacaktım. İşte bu tempoyu göze aldım ve bu sefer sabırla ve heyecanla 17 Aralık'ı bekledik. Sonuç mu? Tabi ki konsere gittim. Ve hiç pişman olmadım. Konser dışında İstanbul'daki tüm zamanım yolda geçti. Bu arada orada yaşayan canım arkadaşım Yonca'yı az da olsa gördük. Ve muhteşem bir gece geçirdim. Her ne kadar 7-8 saat kadar aç kalmış olsak da Morrrissey harikaydı. İstedim ki hiç bitmesin. O hep söylesin. Benim için efsanedir kendisi zaten. Zamanında Speech dersimizde sınıfıma onu tanıtmıştım. Onun şarkılarını sanki ben yazdım. Benim elimden, aklımdan çıkmıştı o sözler. Şimdi ben bu bir iki engeli ve şanssızlığı önemseyip nasıl elimde bilet varken gitmemezlik edebilirdim ki. Gittim ve sonuna kadar hak ettim. Onun o albüm kaydı kalitesindeki sesi, sempatikliği, mütevaziliği ve hayranlarına ilgisi görülmeye değerdi. Biz olaya zaten anı biriktirmek olarak baktık. Tüm bu yollar, aksilikler muhteşem konsere aksiyon ve heyecan kattı. Yine olsa yine giderim. Hatta umarım bu son Morrissey konseri değil de ilk Morrissey konseridir benim için. Burada tek tek hangi şarkılar söylendi yazmayacağım genel olarak söylediği şarkılar "World Peace Is None Of Your Business"albümündendi . Kapanış şarkısı "Everyday is like Sunday" idi, yukarıdan okurken dinleyebilirsiniz. Ve sahneye çıkar çıkmaz arkasında hiç hoş olmayan (:P) bir el hareketi yapan Queen Elizabeth resmi (ki gördüğüm an benim kahkaha atmama neden olan resim) ve"The Queen is Dead" şarkısıyla da açılış yapıldı :). Zaten Morrissey' den de öyle bir şey beklenirdi. Monarşi hakkında ne düşündüğünü bilmeyen yoktur herhalde. Ve tabi ki sanırım konser klasiği 'Meat is Murder' eşliğinde video izletildi. Zaten konser alanında kesinlikle et ve et ürünleri yemek yasaktı çünkü bilirsiniz ki kendileri aynı zamanda koyu bir hayvan hakları savunucusudur.
Sonuç olarak benim ölmeden önce yapılacaklar listemin rahatlıkla ilk beşinde yer alan Morrissey konserine git maddemin üstü çizildi. Umarım sizin maddeleriniz daha kolay silinir. Şimdi siz karar verin öyle mi Morrissey hayranlığı oluyormuş böyle mi :).
Not: Sınav sonuçların ne alemde diye sorarsanız, ikisi de daha açıklanmadı :).
Konserden birkaç fotoğraf :).
Birçok kişinin izleyip yazdığı aşikar bi Açlık oyunları yazısı sizlerle. Yani benim yorumumla. Film 3 boyutlu ve alt yazılı değil bilmek isteyenlere. Aslında seri olarak yazmak güzel olurdu kitap karşılaştırılmalı falan ama nasıl unutmuşsam kitabı, filmi izlerken ne olacağını bilmeden her seferinde merak edip, şaşırdım. O yüzden şimdilik bu filmi inceleyelim belki daha sonra tüm serinin incelemesini yaparım. En baştan izleyip. son zamanlarda filmlerde liste yapmayıp tek tek inceleme yapıyorum farkındayım ama idare edin bu garibanı :). Hem böyle arada uzun inceleme yazmak bana da iyi geliyor umarım siz de okurken sıkılmazsınız. Hepsinin temasını sinemaya giden insanoğlu adı altında alırsak zaten yine bir liste oluyor :). Şimdi gelelim bu güzel filme.
Klasik kitap uyarlama olayından başlayacak olursam, olaylar kopuk değil ve bu da nereden çıktı diyecek olay yok. Aman neden iki film tek film olsa olmaz mıydı diyenlere ise hiç burası da fazla olmuş, gereksiz yere uzatılmış demedim. Gayet yerinde olmuş. Hayır uzatma olayını zaten Peter Jackson iyi bilir. Tek kitabı üç film yaparak, olmayan karakterler koyarak bize nasıl film gereksiz uzatılır güzelce, uygulamalı olarak göstermiştir. İlkini izledim, ikinciye gitmedim, üçüncüsüne gitmeyi yine düşünmüyorum. Teşekkürler Peter.
Filme tekrardan dönecek olursak Jennifer Lawrence döktürmüş. Hayır yeteneği, oscarı, güzelliği, sempatikliği yetmiyormuş gibi hatunun sesi de güzel. Artık bir yerde yuhh dedirtti (Şarkı için tıktık). Karakterine gelirsek kitapta hissettiğim alaycı kuş olma aşamalarındaki heyecanımı filmde de hissettim. Gayet güzel olmuş. Biz kızlar olarak Gale'e umut verip tipsiz Peeta'ya aşık olmasını kaldıramadık. Peeta hayranları kızmasın ama baştan beri diyorum olmamış, o role o adam olmamış. Karakterde değil de oyuncuda problem, hala iddia ediyorum seçememişler. Benim en çok sevdiğim karakterlerden,oyunculardan ve İngilizlerden olan Sam Claflin nam-ı diğer Finnick' i az görmekten şikayetçiyim. Arada bir görünüp iki üç cümle söyledi, olmadı. Bir diğer olmamış oyuncu Julianne Moore. Bu filmde karşımıza çıkan 13. Mıntıka başkanı Coin rolüyle kendisini beğenmedim. Ama bu filmde en beğendiğim karakter ve oyuncu bu sene aramızdan ayrılan Philip Seymour Hoffman'dı. Oyunculuğu tartışılmaz elbet ama bir insan bir role bu kadar mı yakışır. İzlerken hüzünlenmemek elde değil. Ara bulucu rolünü başarıyla gerçekleştirmiş.Filmi yine ağır havadan kurtaran yan rollerdeki Haymitch ve Effie karakterlerinin mizah anlayışı oldu. İkisi de az göründüler ama aklıma geldikçe hala gülmeme sebep esprilerin sahibidirler :).
Valla film popüler bir seri olunca soundtrack listesi de son dönemlerin favori isimlerine yer vermekten çekinmemiş.Tabi bunların yanında bazı klasik, rüşdünü ispat etmiş sanatçılar da yok değil. Lorde, Tove Lo, Chvrches, Grace Jones, Stromae, HAIM, Charlie XCX, Bat for Lashes, The Chemical Brothers bu isimlerden bazıları.
Bir de Suzanne Collins'i bir kez daha tebrik etmek gerek. Kadın yazmış. Sembolik isimler, göndermeler falan filan yapmış. İyi ki de yapmış. Saygı duyuyorum. Kültürel araştırmalar dersim için güzel bir kaynak ve örnektir kendisi :).
Bir David Fincher filmi, modern klasik, müthiş bir
film. İşte bence aslında Gone Girl'ün özeti. Filmden çıkıp yurduma dönene kadar
sürekli sesli olarak veya içimden "Çok iyi ya" demelerim bitmedi.
Düşündükçe filmin başka anlamları olduğunu görmek, yeniden keşfetmek etkisini
üzerinizden atamamanızın diğer sebepleri. Kitap uyarlaması olan film, kitabı
okumasam da film olarak başarılıydı. Fincher'ın sinemaya bakışını, duruşunu
görmek ve muhteşem bir konuyla bağdaşması ayrı bir güzellikti. Zaten bilirsiniz
ki iyi bir senaryo kötü bir yönetmenin elinde felakete dönüşmesi hiç de uzak
bir ihtimal değildir. En güzel örneklerinden biri çok sevdiğim Harry Potter
filmlerinin en vasatlarından olan 5. film "Zümrüdüanka Yoldaşlığı",
iyi bir kitabın kötü yorumlanmasına güzel bir örnektir. Ha, bana sorarsanız ben
yine Harry Potter der bağrıma basar izlerim.
Aynı zamanda yine aynı seriden 3.film "Azkaban Tutsağı"'da iyi
bir uyarlamaya örnektir ki kendisi ödüllü yönetmen Alfonso Cuoron eseridir.
Gillian Flynn'in hakkını da yememek lazım. Kitabın yazarı, aynı zamanda
senaryolaştıran kişidir de. Böyle bir kitabı da, senaryoyu da ancak zeki bir
kadın yazabilirdi. Filmi güzelleştiren o ince detaylar, yüksek dozda sembolizm,
ara ara gelen güzel ince espriler, yan anlamlar hep onun eseri. Ben saygı
duydum.
Gelelim filmin genel yorumuna. Spoiler vermeden
ufaktan anlatmak isterim. Film, ilginç bir monolog ile başlar. Daha ilk
sahneden anlatır derdini aslında. Adına da evlilik der. İlk baştan bunun
psikolojik şiddet/baskı, modern gerilimin tanımını olduğunun sinyallerini
verir. Film sizden hep bir adım öndedir. Bildiğini biliyorum deyip ikinci yarı
filmi baştan yazar. Öyle şeyler anlatır ki ağzın açık kalır ama arada gülmeyi
de ihmal ettirmez. Fincher'ın o güzel açıları da filmi güzelleştiren diğer bir
özellik. Kendisi "The Girl With the Dragon Tattoo" dan sonra yine bir
kitap uyarlamasıyla karşımızda. Bildiğiniz üzere kendisi sever zor işleri.
Palahniuk uyarlaması "Fight Club"ı hepimiz seviyoruz zaten. Yine en
sevdiğim filmlerinden olan "Panic Room" ile bize bir gerilim filminin
nasıl olması gerektiğini öğretir. "Seven" ı ilk izlediğim de her ne
kadar abartıldığını düşünsem de başarılı bir filmdir. Yine uyarlama
"Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi" de ortalarında sıkılsam da orijinal
konusuyla günlük hayatımızda hala dizi ve filmlere malzeme verir. "Gone
Girl" için bu kadar referans
varken, filmin başarısız olması imkânsız. Zaten uyarlama yaparken senaryoyu
David Fincher'ın güvenilir ellerine bırakmak yapılacak en doğru şeydir. David
Fincher efsane yapsın, alsın çeksin diye kitap yazılır bu saatten sonra :).
Genel olarak, Fincher, aslında yönetmenlerin baştan bir sıfır geride başladığı
kitap uyarlamalarında, durumu lehine çevirip bir anda bir sıfır önde başlama
sebebidir.
Oyunculara gelirsek, Ben Affleck olaylı bir adam
zaten. Film çeker Oscar alır, film yazar Oscar alır, film de oynar yine Oscar
alır. Kendisi Oscarla baya içli dışlıdır bazı oyuncuların aksine J.
Ödüllerden yana şanslıdır. Oyunculuğunu pek beğendiğim söylenemezdi ama bu
filmle sempatimi kazandı. Yüz ifadeleri sadece beni değil bütün seyirciyi
güldürmeyi başardı. Hala Batman olma konusuna sıcak bakmasam da filmde
başarılıydı. Gelelim Rosamund Pike'a. Bu İngiliz hanımı birçok filmden
hatırlayabilirsiniz. İtici gibi görünse de oyunculuğu güzeldi (itici dememin
sebebi karakterinden dolayı değildir J). Neil Patrick
Harris görmek isteyenler biraz hayal kırıklığına uğrayabilirler çünkü kendisi
ikinci yarıda ve az biraz görünür. Az göründüğünden midir, rol farklı
geldiğinden midir bilmiyorum da kasıntı, tam role girememe bir durumu vardı
sanki. Yine de kötü diyemem. Film boyunca bu adamı nerden tanıyorum ya dediğim,
aslında Facebook'ta birçok kişinin kapak fotoğrafı olarak görebileceğiniz
canımız bağımsız filmlerden "Wristcutters" filmindeki başrol imiş
kendisi. Dedektif ve başkarakterimiz Nick Dunne (Ben Affleck)'ın ikizi de güzel
yan karakterleri başarıyla yerine getirdi. Ama bu yan rollerde ekstra sempatimi
kazanan "Tanner Bolt" karakteriyle Tyler Perry oldu.
Müziğe gelirsek, bence filmi film yapan en önemli
özellik/güzelliklerinden biridir. Doğru yerde gerilimi arttıran, sahneyi
destekleyen başarılı bir soundtrack olmuş. Bir araba sahnesinde çalan Don't
Fear the Reaper- Blue Öyster Cult ü es geçmek olmaz(Dinlemek isteyenler tıktık). Yine film için manidar
şarkılardan biri.
Genel fikre gelecek olursak film, sinemada herkeste
aynı anda seyirciye aynı tepkiyi verdirtmeyi başardı(en küçük salona koyan
Cepa, utan!). Gerilim filmlerini sevenler kaçırmasın. Gerilim dedim diye korku
sanılmasın, şahsen ben ne kadar düşkünsem gerilim türüne o kadar uzağımdır
korkuya. Bu kadar sebebiniz varken bu filmi es geçmeyin. Tabi ben bu yazıyı
hala sinemalardayken yazmıştım ama
eminim izlemeyenlerinizde DVD sürümünü bekliyordur :P. O zaman
"common baby, don't fear the reaper" deyip bu yazıyı da bitirelim :).
Evett, her zaman öneri yapacak değiliz biraz sohbet edelim. Yine bilmeyenler için öneri olacak ama bilenler için anı okumak gibi. Taa haftalar önce gittiğim canım cicim Ane Brun konser izlenimimi paylaşmak isterim. Ankara Nordik Müzik Festivali kapsamında gelen Ane bizi sesiyle büyüledi. Albüm kaydı gibi güçlü sesi ekstra hayran olmama yetti de arttı bile. Yalnız konserden önce de sonra da dilimden düşmeyen şarkı ve bence konserin tek eksiği "These Days" idi :'( :'(. Hala içimde yaradır. Onun dışında tek kişilik sahne performansı sergileyen Ane cesaretiyle de takdir edilesiydi. Gitarlar geldi gitti, piyano da çaldı. Arka fonu sürekli değiştiren (ışıkçı) arkadaşın konser başlayınca ayakkabılarını çıkartıp konser bitince giymesi ayrı bir olaydı :).
Ama asıl bomba, provaları kaçak olarak izlememizdi herhalde :). Zaten bir işte ben varsam olaysız geçmez o gün, Anlatayım hemen. Biz erkenden ODTÜ'ye gittik, ben daha önce gitmediğim için bi görmek istiyordum ki çok güzel bir yer; çarşısı, kırtasiyesi, kitapçısı,yemekleri güzeldi :). Yere bakalım da biletleri alalım diye erkenden gittik salona. Bir bakalım mı içeri noluyor ne bitiyor derken arkadaşıma "Ya gel bi bakalım nolcak" deyip kapıyı açmamla Ane Brun'un provasını görmemiz bir oldu. Zaten sahne hariç her yer karanlık bari oturalım dedik :). Görevli bizi fark edene kadar oturduk izledik. Sonra adamın kaba bir şekilde "Sizi dışarı alabilir miyim" demesiyle gerçek dünyaya dönüp konser saatine kadar ODTÜ çarşının teras kısmında takıldık.Ama biz göreceğimizi gördük havalı arkadaşım :P. Kapı açılışı söylenilen saatten daha önce açıldığı için birazcık arkalarda olsak da Ane'in sesi ve sempatikliği bize ulaştı. Kendisi Türkçe konuşmayı da ihmal etmedi, Ordan da aldı gönlümüzü. Sonra başladı o güzel aşk şarkılarını söylemeye. Do You Remember, To Let Myself Go, Undertow, Words, This Voice, The Light from One ve daha hatırlamadığım bir çok şarkı. Şenlik gibi müthişti ya :) Seyirci de maşallah bir elit bir kaliteli, zaten birçok erasmus öğrencisi gelmişti. O eltlikten utanmasam bağıracaktım These Daysss diye zor tuttum kendimi :). Hala atlatamadım.
12 Aralık'ta Küçükçiftlik Park konseri olacak kendisinin. Orada çalarsa bir video falan atarsınız artık. Sonuç itibariyle harika bir gündü. Buradan kendisine teşkkür ediyor bir daha These Days'i repertuvarına almasını o şarkı olmadan gelmemesini, vallahide billahi de darıldığımı söylüyorum. Daha canlı dinleyip ağlayacaktım ya :(. Neyse ilk etkinlik yazımın sonuna geldim. Başta kendime ve sizlere bol etkinlik dolu günler, öneri makinesi olmadan geçen gününüz olmasın der bu yazıyı da bitiririm. Birkaç fotoğraf atayım bari uzaktan uzaktan. (Fotoğraflar arkadaşım Anıl'a aittir, onun güzel blogunu ziyaret etmek isterseniz tıktık .)