Bir David Fincher filmi, modern klasik, müthiş bir
film. İşte bence aslında Gone Girl'ün özeti. Filmden çıkıp yurduma dönene kadar
sürekli sesli olarak veya içimden "Çok iyi ya" demelerim bitmedi.
Düşündükçe filmin başka anlamları olduğunu görmek, yeniden keşfetmek etkisini
üzerinizden atamamanızın diğer sebepleri. Kitap uyarlaması olan film, kitabı
okumasam da film olarak başarılıydı. Fincher'ın sinemaya bakışını, duruşunu
görmek ve muhteşem bir konuyla bağdaşması ayrı bir güzellikti. Zaten bilirsiniz
ki iyi bir senaryo kötü bir yönetmenin elinde felakete dönüşmesi hiç de uzak
bir ihtimal değildir. En güzel örneklerinden biri çok sevdiğim Harry Potter
filmlerinin en vasatlarından olan 5. film "Zümrüdüanka Yoldaşlığı",
iyi bir kitabın kötü yorumlanmasına güzel bir örnektir. Ha, bana sorarsanız ben
yine Harry Potter der bağrıma basar izlerim.
Aynı zamanda yine aynı seriden 3.film "Azkaban Tutsağı"'da iyi
bir uyarlamaya örnektir ki kendisi ödüllü yönetmen Alfonso Cuoron eseridir.
Gillian Flynn'in hakkını da yememek lazım. Kitabın yazarı, aynı zamanda
senaryolaştıran kişidir de. Böyle bir kitabı da, senaryoyu da ancak zeki bir
kadın yazabilirdi. Filmi güzelleştiren o ince detaylar, yüksek dozda sembolizm,
ara ara gelen güzel ince espriler, yan anlamlar hep onun eseri. Ben saygı
duydum.
Gelelim filmin genel yorumuna. Spoiler vermeden
ufaktan anlatmak isterim. Film, ilginç bir monolog ile başlar. Daha ilk
sahneden anlatır derdini aslında. Adına da evlilik der. İlk baştan bunun
psikolojik şiddet/baskı, modern gerilimin tanımını olduğunun sinyallerini
verir. Film sizden hep bir adım öndedir. Bildiğini biliyorum deyip ikinci yarı
filmi baştan yazar. Öyle şeyler anlatır ki ağzın açık kalır ama arada gülmeyi
de ihmal ettirmez. Fincher'ın o güzel açıları da filmi güzelleştiren diğer bir
özellik. Kendisi "The Girl With the Dragon Tattoo" dan sonra yine bir
kitap uyarlamasıyla karşımızda. Bildiğiniz üzere kendisi sever zor işleri.
Palahniuk uyarlaması "Fight Club"ı hepimiz seviyoruz zaten. Yine en
sevdiğim filmlerinden olan "Panic Room" ile bize bir gerilim filminin
nasıl olması gerektiğini öğretir. "Seven" ı ilk izlediğim de her ne
kadar abartıldığını düşünsem de başarılı bir filmdir. Yine uyarlama
"Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi" de ortalarında sıkılsam da orijinal
konusuyla günlük hayatımızda hala dizi ve filmlere malzeme verir. "Gone
Girl" için bu kadar referans
varken, filmin başarısız olması imkânsız. Zaten uyarlama yaparken senaryoyu
David Fincher'ın güvenilir ellerine bırakmak yapılacak en doğru şeydir. David
Fincher efsane yapsın, alsın çeksin diye kitap yazılır bu saatten sonra :).
Genel olarak, Fincher, aslında yönetmenlerin baştan bir sıfır geride başladığı
kitap uyarlamalarında, durumu lehine çevirip bir anda bir sıfır önde başlama
sebebidir.
Oyunculara gelirsek, Ben Affleck olaylı bir adam
zaten. Film çeker Oscar alır, film yazar Oscar alır, film de oynar yine Oscar
alır. Kendisi Oscarla baya içli dışlıdır bazı oyuncuların aksine J.
Ödüllerden yana şanslıdır. Oyunculuğunu pek beğendiğim söylenemezdi ama bu
filmle sempatimi kazandı. Yüz ifadeleri sadece beni değil bütün seyirciyi
güldürmeyi başardı. Hala Batman olma konusuna sıcak bakmasam da filmde
başarılıydı. Gelelim Rosamund Pike'a. Bu İngiliz hanımı birçok filmden
hatırlayabilirsiniz. İtici gibi görünse de oyunculuğu güzeldi (itici dememin
sebebi karakterinden dolayı değildir J). Neil Patrick
Harris görmek isteyenler biraz hayal kırıklığına uğrayabilirler çünkü kendisi
ikinci yarıda ve az biraz görünür. Az göründüğünden midir, rol farklı
geldiğinden midir bilmiyorum da kasıntı, tam role girememe bir durumu vardı
sanki. Yine de kötü diyemem. Film boyunca bu adamı nerden tanıyorum ya dediğim,
aslında Facebook'ta birçok kişinin kapak fotoğrafı olarak görebileceğiniz
canımız bağımsız filmlerden "Wristcutters" filmindeki başrol imiş
kendisi. Dedektif ve başkarakterimiz Nick Dunne (Ben Affleck)'ın ikizi de güzel
yan karakterleri başarıyla yerine getirdi. Ama bu yan rollerde ekstra sempatimi
kazanan "Tanner Bolt" karakteriyle Tyler Perry oldu.
Müziğe gelirsek, bence filmi film yapan en önemli
özellik/güzelliklerinden biridir. Doğru yerde gerilimi arttıran, sahneyi
destekleyen başarılı bir soundtrack olmuş. Bir araba sahnesinde çalan Don't
Fear the Reaper- Blue Öyster Cult ü es geçmek olmaz(Dinlemek isteyenler tıktık). Yine film için manidar
şarkılardan biri.
Genel fikre gelecek olursak film, sinemada herkeste
aynı anda seyirciye aynı tepkiyi verdirtmeyi başardı(en küçük salona koyan
Cepa, utan!). Gerilim filmlerini sevenler kaçırmasın. Gerilim dedim diye korku
sanılmasın, şahsen ben ne kadar düşkünsem gerilim türüne o kadar uzağımdır
korkuya. Bu kadar sebebiniz varken bu filmi es geçmeyin. Tabi ben bu yazıyı
hala sinemalardayken yazmıştım ama
eminim izlemeyenlerinizde DVD sürümünü bekliyordur :P. O zaman
"common baby, don't fear the reaper" deyip bu yazıyı da bitirelim :).
Fragman