Hikayemiz Lübnan/Beyrut’ta geçiyor. İsmi Karamel, adı gibi hayatın, kadın olmanın
acı tatlı yanını gördüğümüz bir film. Bir kuaför salonunda çalışan üç kadının,
oyuncu olmak isteyen samimi müşterilerinin ve terzi teyzelerinin hayatına
odaklanmış. Başrol oyuncumuz Layale afeti devran, genç ve güzel. Neşeli, cıvıl
cıvıl bir kadın ama o evli bir adama umutsuzca âşık. Onunla beraber çalışan
arkadaşı Nisrine Müslüman bir gençle nişanlı ve yakında gerçekleşecek düğününün
stresi ve baskısı altında. Rima, kuaförde çalışan kadınlardan hoşlanan genç bir
kız. Sesi de öyle güzel ki yüreğinize dokunur. Bir de iki çocuk annesi,
boşanmış, oyuncu olmak isteyen orta yaşlarındaki Jamale. Oyuncu seçmelerine
gidiyor ve sık sık arkadaşlarının olduğu bu kuaföre geliyor, gençlik döneminin
geride kaldığını kabul etmek istemiyor. Ve bir de teyzeleri terzi Rose. Yaşlı
annesi Lili ile yaşıyor, Lili , yollardan kağıt toplamayı seviyor. Kızını
kızdırmak ve müşterileri rahatsız etmek başlıca hobileri arasında :). Rose kendini unutmuş
belki de kendinden vazgeçmiş bir kadın. Kendini annesinin bakımına vermiş ve
geçinme derdine düşmüş. Aşk, süs, bakım onun için uzak ihtimal, lüks. Kendine
layık görmüyor. Filmde mekan, kostümler ve müzik şahane. Filmin ahengi, rengi güzel. Bu küçük ayrıntılara bayılmamak
elde değil, konusuna da. Filmde dram var ama dedik ya adı gibi acı tatlı bir
film, karakterlerle ağlarken onlarla gülebiliyoruz. Kadın olmak zor çok zor
fakat aynı zamanda eşsiz ve eğlenceli de. Filmde erkek karakterler yok denecek
kadar az. Layale’in aşık olduğu adamı görmeyiz hatta sesini bile duymayız ama
karısının dünyasına az çok hakim oluruz. Gördüğümüz erkeklerden ikisi dışında
diğerleri konuşmaz bile doğru dürüst. O ikisi de aşıktır belki sevilen belki de
sevildiğini bilmeden. Bu filmde kadınlar ön planda. Onların anlatacakları,
dertleri, sıkıntıları baş rolde. Stereotip olmadan farklı karakterlere,
inanışlara, görüşlere sahip kadınlar bu filmde. Hepsi biz, hepsi gerçek. Hepsi
birbirinden farklı ama bir o kadar da bir.
Özgürlüğü
de anlatır film. Rima’nın saçını yıkadığı güzel kadının saçınızı keselim sözü
üzerine verdiği cevap keşkedir. Keşke kestirebilsem; önyargıları, bana olan
bakışları, insanların düşüncelerini ve istediğimi yapabilsem bir kere. Bari bir
kere kimsenin ne dediğini umursamadan kestirebilsem der işte o keşke. Ve
“evdeki” herkes delirdiğimi düşünür diyor. Herkes kim, başından beri gözümüze
çarpan altın halkanın sahibi mi? Bilemeyiz ama sonunda “keşke”’nin ”iyi ki”’ye
biliriz dönüştüğünü. Filmin sonunda da yönetmen “Benim Beyrut’uma” der
birbirinden farklı bu kadınların saygı ve sevgiyle beraber yaşamalarına
referans vererek. Ve son sahne gelir. Anne kız sokaktan kağıt toplarlar renk
çaprazlamasıyla ve muhteşem bir final müziğiyle. İstemsizce gözlerinizden
yaşlar akar yavaş yavaş. Onlar bizsiz de hayatlarına devam eder, biz ise bu acı
tatlı hayatların arasında ağzımızda karamel tadı gözyaşlarıyla süslenmiş yüzümüzdeki
tebessümle bakarız ekrana.
Merhaba arkadaşlar
nasılsınız? Ben fena sayılmam. Buralarda çok anlaşılmasa da, en çok film izliyorum. Ne dizi, ne kitap ne de müzik bu
yaz en çok film izledim. Hala izlenecek o kadar çok film var ki hem klasik hem
tür hem de sevdiğim yönetmenlerin filmleri derken liste uzadıkça uzuyor bir de
bunlara yeni gelen filmler eklenince off mu ohh mu bilemedim. Bomba gibi bir
Filmekimi geliyor fırsatı olanlar koşsun koşsun gitsin, twitter’da sürekli
paylaşıyorum haberlerini aşina olanlar vardır. Bu sene maalesef ve maalesef
gidemeyeceğim ve aşırı derecede üzgünüm. Her sene bir iki film bile olsa
giderdim ki bakınız 2015’te istediklerimden, zamanı uyanlardan ve gelen
filmlerden denk gelen 3 filme gidebildim (ders ekmem bile gerekmişti :)) ama bu sene gidemeyeceğim, hele ki geçen dönem hiçbir
film festivalini kaçırmazken. Neyse hayallerimi ve kırıklarımı bir kenara
bırakırsak bu yazıyı yazmadan önce blogumuzda yeni sezona girerken sizlerle
yeni kararımı da paylaşayım. Artık daha çok film incelemesi, tanıtımı tek tek
yapmaya karar verdim. Büyük çoğunlukla üşengeçlikten blogda çok ama çok az inceleme
var. Listelerimiz zaten var, onlar devam edecek ama o listeler koyacağımız
filmlerin tek tek tıkları olsa güzel olmaz mı? Bence mis gibi olur şöyle merak
edenlere detaylı, spoilerlı/sız incelemeler paylaşsam. Yani listelere devam ama
liste dışı/içi fark etmez incelemelere yoğunlaşma olacak. Yazdan başlayarak
birçok yeni bölüm oldu blogda ve devamı gelecek başka alanlarla da. Şimdilik bu
kadar. Eski konseptlere de devam ediyorum, merakta kalmayın sadece yeni
fikirler, yeni eklemeler daha çok kişiye hitap etmeyi düşünüyorum. Umarım
hoşunuza gider. Yeni sezona başlayan tv kanalları gibi oldum :). Jeneriğim eksik ama ondan da eksik kalmıyorum ve
müziksiz asla sloganıma devam ederek bu yazıyı okurken dinlemeniz için müthiş
bir şarkı koyuyorum buraya. Bu arada sakın korkmayın sevgili okuyucularım, her
yazıda böyle çenem düşmeyecek, sadece inceleme olacak eskisi gibi, gerek yok bu
kadar laubaliliklere sonuçta ciddi bir kültür sanat blogu burası (?), kendimize
gelelim :). Hadi o zaman başlayalım.
Gençlik - Bir Yaşlılık
Hikayesi
Her şeyin bir zıddı
vardır ve biri varlığını diğerine borçludur. İyi kötü olduğu için kendini
gösterir, çalışkan tembelin yanında belli olur ve gençlik yaşlılık olduğu için.
Biri diğerini var eder, tamamlar ve aslında zıddını da içinde barındırır.
Filmin adı belki de bu yüzden gençlik çünkü gençliğin olmadığı yerde yaşlılığı
anlatamazsın. Gençken her şey kolay, hata yapmak, sorumlulukları üstlenmemek,
keyfince düşünmeden yaşamak, endişelenmek ve tabi ki yaşlılığı, geleceği,
yaptıklarınızın sonucunu düşünmemek tabi bu durum ilerleyen yaşlarda değişiyor.
“ Düşüncesizlik
baştan çıkarıcıdır”
Festivallerin en çok
sevilen filmlerinden bir olmayı başaran Youth,
gençlikte önemi olan şeylerin artık önemli olmadığı ve önemli olmayan
dikkat edilmeyen şeylerin önemini, bu tezatlığı gösteren bir film. Fred, acı
çeken bir adam. Eski bir müzisyen, orkestra şefi. Kraliçeye konser vermektense hayalinde
ineklere şeflik yapmayı tercih ediyor. Arkadaşı yönetmen Mick, genç ekibiyle
vasiyetini yani son filmini yazıyor. İkisinin çocuklarının evliliği adamın
başka bir kadına aşık olmasıyla bitiyor. Kadın perişan, adam mutlu. Kadın şimdi
acı çekiyor. Bu acı önemli. Bir de yeni filmi için hazırlanan genç oyuncumuzun
geçmişte yaptığı düşüncesizlikleri var kendine göre. Dünya çapında birçok filmde oynayıp da sadece
yüzünün bile görünmediği robot filmiyle tanınması mesela. O da önemli. Ya
bundan yirmi yıl sonra?
“ Her biriniz
gözlerimi açtınız. Sayenizde korku saçmalığıyla vaktimi harcamamız gerektiğini
anladım.”
“Senin benim
arzularımdan bahsetmek istiyorum. Saf, imkansız ve edepsizler fakat bunların
önemi yok çünkü bizi insan kılan onlardır.”
Peki, önceden önemli
olup da şimdi önemli olmayan neydi? Anlık heveslerdi. Fred ve Mick’in aynı kıza
vurulmaları, günübirlik ilişkiler, çocuğunuza ayırmadığınız bir saat,
ön yargılar. Peki önceden önemli olmayıp da şimdi önemli olan neydi? Gün
içindeki ürin miktarı, küçük kaçamakların sonuçları, çocuk diye anlamaz
sandığınız yavrularınızın her şeyi bilmesi daha doğrusu hissetmesi, popülerlik.
Artık genç vücutlar asla ulaşılamayacak bir hayal, sigara içmek zararlı, saat
artık geç, tuvalete gitmek önemli ama arkadaşının senin beraber olmak için feda
edemeyeceğin kızla berber olup olmadığını hatırlayamaması bile önemli değil.
Gençken yaptığın şeyler önemli ama önemsenmeyecek kadar da önemsiz çünkü hepsi
düşüncesizliklerimizin, gençliğimizin, arzularımızın bir parçası, sonucu.
Düşünmeden atılan adımlar ilerde canınızı sıkabilir, pişman olmanıza neden
olabilir ama bizi insan yapan da bu değil mi? Her şeye rağmen devam etmek,
yaptıklarımızın iyi veya kötü sonuçlarına katlanmak, hepsi önemli. Genç
oyuncumuzun, robot olarak tanınmaktan dert yanarken yanına gelen küçük bir
hayranı belki de yaptığı her şeyi, o memnun olmadığı robot olmayı bile haklı
çıkarabilir, ona kendine farklı bir şekilde bakmasını sağlayabilir. Aslında o
kadar rolde oynadığı halde kendisini bir robot olarak görenin yine insanın
kendisi olduğunu gösterebilir. Geçmişte yaşadığın tüm düşüncesizlikleri
kabullenmek önemli. Filmde bu çatışmaları fiziksel ve zihinsel olarak göstermek
de önemli.
Peki, gençlikte ve
yaşlılıkta da değişmeyen ne? İkisinde de önemli olan ve hep aynı kalan ne? Bizi
biz yapan, hatalara sebep olduğu kadar dengi olmayan mutluluklara da sebep olan
o şey ne? Her olumsuzluğa, acıya, yaşadığın iyi kötü her şeye değen? Cevap
basit. Cevap aşk. Sevgiliye olan aşk, çocuğuna duyduğun aşk, müziğe olan aşk,
sanata olan aşk, yaptığın işe olan aşk, aşk aşk aşk. Sevmek önemli, sevilmek
önemli. Aşk önemli. Hafızan seni olaylar konusunda aldatabilir, yanıltabilir, en
ihtiyacın olduğu yerde seni yalnız bırakabilir ama hislerin asla.
“Tüm tükenmişliğe,
zorluklara ve acılara rağmen o zamanlar birlikte olduğumuzu bilmiyorlar. Melanie! Her şeye rağmen birbirimizi basit bir şarkı olarak
düşünmeyi sevdiğimizi bilmemeliler.” Fotoğraflar benim tarafımdan hazırlanmıştır.
Selam arkadaşlar :). Sabah sabah sizlere bir
paylaşım yapayım dedim, ben sinek yüzünden uyuyamaz ve vızıltısı hala kulağımı
ağrıtmaya devam ederken siz mışıl mışıl uyuyorsunuzdur umarım :). Ben bu yazıyı
yazdığımda bilim kurgu türü kuyusuna düşmüştüm diyebilirim. Hem o beş kitabın
beraber olduğu Otostopçunun Galaksi Rehberi’ne başladım ve iki kitap bitti, tüm
kitapları bitirdiğimde de hakkında bir yazı yazmak isterim (kısa bir ara verdim
seriye ama bu yazıyı yayınlayana kadar tekrar başladım :)). Bir de baya bu türde
film izlemeye başladım. Zaten bilim kurgu benim en sevdiğim türlerden.
Bayılırım. Öyle ki izledikçe izleme isteği, okudukça okuma isteği oluyor. Tabi
benim en çok ilgimi çeken filmler, kitaplar herhalde içinde zaman makinesi
geçen hikayelerdir ama tabi ki o ekstra keyif için :). Madem bu kadar izliyorum
neden şöyle havamızı bulacağımız kısa bir liste yapmayayım ki dedim. Böyle on
filmlik uzun bir liste yapmak istemedim. Bu sefer beş film olsun ardından yine devam
ederiz. Hepsini yeni izledim beni kınamayın :),
ne de olsa geç olması hiç olmamasından iyidir. Hadi başlayalım.
Predestination – Michael/Peter Spierig
(2014)
Bu filmin fragmanını izleyip merak ettiğimi
hatırlıyorum ama gitmemişim ancak yeni izledim. Müthiş bir kurgu, çok güzel bir
film. Hikaye içinde hikaye aslında tek hikaye. Daha fazla spoiler versem tadı
kaçar izlemezsiniz. Filmi izlerken neredeyse tahmin ettiğim şeyler olmasına rağmen
büyük resim çok güzel. İzledikten sonra da bir düşündürtüyor. Robert A. Heinlein’ın
“All You Zombies” hikayesinden uyarlama. Bulursam kesinlikle okumak isterim.
Ethan Hawke zaten başarılı bir oyuncu. Güzel seçimler, filmler yapıyor. Valla
ne diyeyim karizmatik adam, aynen devam. Tabi sevgili Sarah Snook’u da es
geçmek olmaz. Sesini kullanmasını bilen bir arkadaşımızmış, güzel olmuş. Zaten
ona göre seçtiklerini düşünüyorum. Güzel film olmuş.
-Hangisi önce gelir? Tavuk mu yumurta mı?
- Horoz
Gattaca – Andrew Niccol (1997)
Yine bir Ethan Hawke filmi. Madem başladık
öyle devam edelim. Çok iyi filmlerde oynuyor demiştim zaten. Bir de ben bu
adama çok üzülüyorum; bir ödül töreni vardı “Boyhood” da herkes aldı da bu
gariban millete sarıldı. Çok gördüler bir ödülü :) Neyse biz onu seviyoruz böyle devam Ethancım, Chet Baker rolünle bence bu sene
alıp yürüyeceksin. Filme geçersek, benim aşırı beğendiğim bir film. Uzak bir
gelecekte geçse bile ayrımcılığın geçmediği bitmediği bir zaman, distopyaya da
göz kırpan bir film. Aşırı güzel belki hakkında yazdığım inceleme yazısını
burada da paylaşırım bir gün, harika bir film. Her şeye rağmen umudunu kaybetme, imkansız diye bir şey yoktur diyen bir film, mutlaka izleyin.
Twelve Monkeys – Terry Gilliam (1995)
Bir Burus Villis filmi. Brad Pitt’in de
oyunculuğuyla göz doldurduğu,” noluyor lan!” dedirten film. Zamanda oynamalar,
bir aksiyonlar, hastaneler, geçmiş, gelecek ve iç içe geçen hikayeler. Ben bu
filmi Gattaca gibi baya geç izledim ama hiç izlememekten iyidir. Birkaç yerde
çalan harika bir müziği var duydukça kulaklarınız şenlenir. Pitt’in
karakterinin yaptığı o “delice” konuşmalarla yani eleştirilere de dikkat.
2001: A Space Oddysey - Stanley Kubrick
(1968)
İzlemekte geç kalınan bir Kubrick filmi. Liste pişmanlıklar listesi gibi oldu, kusura bakmayın artık :). Görüntü kalitesi üst düzey olan bir uzay filmi. Kesinlikle kendinden sonra
yapılan birçok filmi etkilemiş bir film. Açıkça görebilirsiniz. İlk aklıma
gelenler Interstellar ve Ex Machina, bana çokça anımsattı belli ki etkilenilmiş
veya esinlenilmiş. Tabi ki bu filmden onlar esinlenmiştir :).
Coherence – James Ward Brykit (2013)
Muhteşem bir film. Predestination gibi şok
etkisi yaratıyor. Bilim kurgu olması için ekstra yapılan hiçbir şey yok. Sade
bir bilimkurgu, her şey kafamızda. Gerçeği sorgulatan film bana, gerçek kime
göre neye göre. Bir kuyruklu yıldız
geçiyor ve herkesin hayatı değişiyor. Değişiyor demek doğru mu bilmiyorum,
filmin tadını da kaçırmak istemiyorum ama spoilerlı bir yazı yazmayı
düşünüyorum, izleyenlerle bir güzel tartışalım konuşalım. Son zamanlarda
izlediğim en güzel filmlerden biri. Etkisinden çıkmak kolay değil. Filmdeki
amatör ruh, ilk başlarda kamera kullanımıyla kendini hissettiriyor ama o kadar
güzel konusu ve işlenişi var ki her şeyi unutturuyor. Müthiş. Nasıl bu kadar az
duyulmuş hayret şey. Bir an bile kaybetmeden izleyeceğiniz sıradaki filmi bu
yapın. Pişman olmazsınız :).
Benden bu kadar, kendinize iyi davranın ve
güç sizinle olsun, hoşçakalın :).
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Bugün yine sizlere sinemada
izlediğim son üç filmi yazacağım, izleyeli baya oldu yani geç bir paylaşım, bana kızmayın :).
İlkine buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Bu arada bir duyuru yapmak istiyorum;
zaman su gibi akıp geçiyor, çekilişi
başlatalı neredeyse bir ay oldu ama 4 Eylül’e kadar hala katılabilirsiniz. Çok
güzel kitaplar ve defter var hala katılmadıysanız, duymadıysanız şuraya tıklatın.
Önemli bir hatırlatmada da bulunmak istiyorum çünkü yorumlarda ortak bir
sıkıntı olmuş çekilişe katılmanın tek zorunlu şartı blogu sağ taraftan takip
etmek. Onun dışındakiler ek hak. Zorunlu şart yerine gelmeden diğerleri geçerli
sayılmıyor, görünür olarak izlediğinizden emin olun lütfen. Ben de sizleri
çekilişe hemencecik dahil edeyim. Zaten izliyor iseniz yorum yapmanız yeterli.
Arkadaşlarınıza hediye etmek isteyebileceğiniz güzel kitaplar var, bir
bakın derim.
Bir yorumda çekiliş blogları olmadığı sürece katılım mümkün dedim ama fark
ettim ki yayınımda belirtmemişim o yüzden yanlış anlaşılma olmasın eğer öyle
bir durum varsa ama özellikle belirtmediğim için tüm katılımları sayıyorum,
unutmadan söyleyeyim :).
Şansınız bol olsun, sabrınız için de teşekkürler.
Gelelim filmlerimize.
Ghostbusters
Ya bu filmin müziği efsane diye başlamak istiyorum.
İzlediğimden beri “nınınını nınınını nını nınınını nınınını nını, GHOSTBUSTERS”
diye olur olmadık yerde sesli söylüyorum :).
Bunun dışında bir ilki yaşadım. Koskoca sinemada TEK BAŞIMA film izledim :). Evet, baya bildiğiniz
benim için reklamlar döndü, film oynatıldı, ara verildi ve ışıklar benim için
yanıp söndü :).
Daha önce neredeyse boş sinemalara, filmlere gittim ama hiç gerçek anlamda tek
olmadım ya arkadaşlarım ya yakınlarım vardı. Ama ilk kez tam anlamıyla böyle
bir tecrübe yaşadım, süperdi :).
Gelelim filme artık :). Filmin orijinalini izlemedim izlediysem de çok küçüktüm
hatırlamıyorum sadece müziği ve hayal meyal görüntüleri aklımda. O yüzden
karşılaştırma yapamayacağım sadece bu karşıt cinsiyet fikri hoşuma gitti. Erkek
sekreter (Chris Hemsworth yahu :)) ve kadın başkarakterler güzeldi. Her zaman olduğu gibi bir kötü adamımız ve
dünyayı kurtaracak kahramanlara ihtiyacımız vardı. Bunlar klasik aksiyon,
komedi filmlerinin zaten vazgeçilmezi. Peki bu filmi eğlenceli kılan neydi diye
sorarsanız, mizahı derim. Mizah böyle filmleri her zaman kurtarır ve daha
izlenilir kılar benim gözümde. Öyle ki fazla klişeye kaçmadan yapılan espriler
beni güldürdü ve ilk yarıda baya eğlendim. Bunun dışında kadınların baş rolde
olması her ne kadar az çok Hollywood tarzında olsa da iyiydi. Akademisyen
ablamız bana sürekli Zooey Deschanel’i hatırlattı. Sizce de aşırı benzemiyorlar
mı? Acaba ablası mı diye film arasında baktım ama değilmiş çünkü “yeni
kızımızın” ablası da oyuncudur. Melissa McCartney’i en son yine bir komedi
aksiyon filminde baş rolde izledim ve kendini 0 beden olmadan da kabul ettirip
baş rolde oynamasının çok iyi olduğunu düşünüyorum. Aslında Kristen Wiig
dışındaki hiçbiri bu beden ölçülerine uymuyordu sanırım ama hepsi çekici ve
güzel hatunlardı. Bence oyunculukları da fena değildi. Baya eğlenmelik bir
filmdi anlayacağınız. İkinci film olursa daha çok dereceleri artmış hayalet ve
onların hikayelerini izlemek isterdim :).
Yüce Adalet
Sevgili Keune Reeves’in son filmi. Bir mahkeme filmi :). Beklentimin üstünde
bir filmdi. Vauvv pes doğrusu dedirtmese de şaşırtmayı başardı. Filmin konusu
ise özetle ünlü bir avukat olan babasını öldürmekle suçlanan bir oğlanın
duruşması idi. Ana mekan mahkeme salonuydu ve zaman zaman geri dönüşler
ve ileri görüşleri (flash forward) izledik. İzleyici duruşmada resmen jüri görevindeydi ta ki
son sahneler kadar o zaman işler biraz değişti. Ama biz de her zamanki gibi kim
haklı kim suçlu kendi içimizde o soruları sorduk tanıkları dinlerken. Renee
Zelwegeer niye bilmiyorum bana biraz vasat geldi bu filmde. Ve yaşlanmak değil
de çökmüş sanki. Keune Reeves zaten hala yakıyor, filmdeki performansı da
iyiydi. Onun yardımcısı rolündeki avukat hanım kızımız da başarılıydı yalnız
sonlara doğru daha çok aktif olabilirdi nasıl olurdu merak etmedim değil.
Güzeldi bence bir bakın derim :).
Suicide Squad
Ben yönetmeni sevsem de Nolan’ın Batman serisini kendime
göre bazı sebeplerden ötürü hala izlemedim :).
Batman vs Superman’i zaten izlemedim ama anladığım kadarıyla daha doğrusu
birbirlerine karşı olmalarından anlıyoruz ki iyi adamımız kötü olmuş en azından
biri. Savaştıracak kötü adam kalmayınca iyi adamlar güç savaşına mı girdi,
böyle bir şey yapalım mı dedi yapımcılar anlamadım ama önemli de değil. Başka
sebepler olabilir olmayabilir saygı duyuyorum :).
Bu filme gelirsek devam filmi gibi ama değil gibiydi de. Kendi başına bir film
ama bir alakası da var gibiydi yukarıda bahsettiğim filmlerle. Ve iyi adamlar
madem kötü oluyor kötü adamlar iyi olamaz mı olur mantığıyla toplama yaptılar
bu filmde sanırım ve bir blogda okumuştum sanırım Joker mafya babası gibi olmuş diye
evet öyle bir durum vardı sanki. Bir de Joker’in Joker olma sebebi asite
düşmesi ve bunu saklaması ama maşallah burada asitten Harley Quinler, dövmeli
jokerler çıkıyor hadi hayırlısı :). Ben Burton'ın ilk filminden öyle hatırlıyorum. Onun
dışında ben Joker’e bayıldım. Çok doğru bir oyuncu seçimi olmuş keşke bu kadar
çok karakter olmasaydı da Joker ve Harley Quinn ile alakalı bir film olsaydı.
Zaten film Harley Quinn’in filmi gibiydi onda sıkıntı yok da çok fazla karakter
ve onların hikayesinin olması durumu filmi çok yüzeysel kılan bir şeydi. Bunu
demekteki kastım şu gerekli görülen karakterler anlatılırken diğer
karakterlerin hikayelerinin özet geçilmesi. Bu biraz oldu bittiye getiriş acaba
bu kadar çokluk gerekiyor muydu diye düşündürtüyor. Kötü adamların iyi adama
dönüşmesi değil de kötü adamların bu iş için seçilmesi fikri bence daha cazipti
ama sonuçta bir klasik süper kahraman hikayesi daha doğrusu anti kahraman
hikayesi ama bence sonuyla da kanıtlıyor ki ikisi arasında pek bir fark yok bu
film için. Joker ve Harley Quinn’de bu ikinci temaya daha yakınlar ki film
bittikten sonra en çok onların konuşulması tarzları dışında bundan kaynaklı
olabilir. Filmin eğlenceli yanları güzeldi. Şarkı seçimi müthişti. Jokerin
silahlar arasına gülerek yatması ve üst çekim (hala izlemeyenleriniz varsa o
sahne gelince beni hatırlayın J)
çokk güzeldi. Bence harcanmış Joker bu filmde ya. Çok güzel işler çıkardı da
sanırım devam filmine saklıyorlar. Neyse fena değildi bence bunu deme sebebimin
de çoğunluğunu komedi unsurlarına borçluymuşum gibime geliyor ama sorun yok.
Gülmeye ihtiyacımız var. Bu arada nolur ama nolur Cara Delevigne oyuncu
olmasın, kampanya başlatalım bıraksın bu işleri. O kenafir gözleriyle kötü
kadınken fena durmuyor da diğer haldeyken hiç olmamış ya valla bak. Bıraksın bu
işleri yol yakınken.
Benden bu kadar. Siz neler izliyorsunuz bu aralar, iki yorum atın da şenlensin buralar. Kendinize iyi bakın, sanatla kalın :).
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Bugün sizlerle istedim ki
vizyon filmlerine şöyle bir göz atalım. Ben vizyon filmlerini takip ederim ne
gelmiş gitmiş diye ama en çok Başka Sinema severim açıkcası J. Şu aralar Başka Sinema
şansım çok az lakin vizyon filmleri de bu aralar fena gitmiyor hani. Bu
listeyle böylece hem birbirimize film önerelim hem de tartışalım ne dersiniz?
Hadi başlayalım!
Evcil Hayvanların Gizli Yaşamı
Fragmanı ilk çıktığından beri bir sene oldu herhalde merakla
beklediğm bir film. Konusu öyle hoşuma gitti ki bir de o kadar eğlenceli
fragmanla bunu destekleyince ne zaman çıkacak diye sabırsızlıkla bekledim ve
sonunda geldi. Çıktığı günün ertesi falan gittik herhalde. Ben çok eğlendim
izlerken. Film üç boyutluydu gereksiz bir şekilde. Filmleri üç boyutlu yapıp
bir iki hareketle bize fark ettirecekse hiç ettirmesin kanaatindeyim ben. Zaten
gereksiz göz yoran bir olay, hakkını verirlerse eyvallah ama ben daha öylesini
izlemedim ya da denk gelmedim herhalde. Filmde Max baş karakter köpeğimiz.
Sahibine aşık, komşu evcil hayvanlarla dost, tek işi sahibinin dönmesini
beklemek olan bir köpecik. Ne zaman ev sahibi akşam yeni bir köpekle eve
gelir Max kendini dışlanmış ve ihanete uğramış hisseder. Yeni gelen köpek Duke barınaktan
sahiplenilen iri bir köpektir ve kendinin istenmediğini anlayınca aralarında
bir rekabet olması kaçınılmazdır. Bu ikisi arasındaki rekabet uzun sürmez çünkü
kendi aralarında çatışırken başka bir rakip ortaya çıkar ki bu rakip - aslında
rakipler -sahiplenildikten sonra insanların bakamayıp sokağa attığı sokak
hayvanlarıdır. Sokak hayvanlarına karşı birlik olmaları ve yardım almaları
gerekmektedir ve bu yardım Max’in gizli aşığı tarafından ilginç bir evcil
hayvanlar topluluğuyla karşılanacaktır. Hikayemiz anlayacağınız böyle.
Arkadaşlığın önemini anlatan paylaşmayı öğretmeyi amaçlayan komik bir
animasyon. Çizimler zaten çok tatlı ve güzel.
Fragmanını izlediğimde böyle bir hikaye beklemiyordum fakat
gerekliydi. Evcil hayvanların sahipleri yokken neler yaptığı belki büyüklere
göre anlatılıp çizilseydi nasıl olurdu merak etmiyorum değil hani. Fikir çok
orijinal, doğru yerden yola çıkılıyor fakat asıl anlatılmak hikaye başka
burada. Yine de çok eğlenceli ve komik bir animasyon olmuş. Müzikleri de çok
güzeldi. Bence hazır vizyondayken alınız yanınıza bir yavru insan gidin. Hatta
gerek bile yok tek başınıza veya arkadaşlarınızla bile kafa dağıtmak için
gidebilirsiniz.
Cafe Society
Bir Woody Allen filmi. Yani bir Allen filminden
beklentiniz neyse bu filmde hepsi karşılanıyor. Karmaşık ilişkiler, biraz
mizah, Yahudi olmak, çoklu olay örgüleri, New York vs vs… 1930'larda geçiyor, kıyafetler ve mekanlar güzel. Beğendim mi? Tekrar izlemem. Daha çok
sevdiğim Allen filmleri olmuştu. Peki, bu filmi neden beğenmedim? Şöyle ki,
mizah duygusu fena değildi fakat filmin temeline oturtulan aşk hikayesi sönük
hatta fazla yüzeyseldi. Oyuncuların performansı vasattı. Jesse Einsenberg’ün
oyunculuğundan pek hoşlanmasam da kabul etmeliyim ki bu filmde iyiydi fakat her
zaman dediğim gibi Kristen Stewart zorlama bir oyuncu. Birkaç mimik dışında pek
bir performans beklememek lazım ki nitekim bizi şaşırtmadı. Steve Carell’a diyecek lafım yok ama senaryoyu o bile kurtaramamış :/. Dayı yeğen aynı kıza
aşık olurlar fakat biri kızla evlenir ve herkes hayatına devam eder ama hem kız
hem de kız tarafından seçilmeyen eş adayımız birbirinin arkadaşlığını özler ve
unutamazlar. Yani karmaşık ilişki duygusal açıdan yeterince karmaşık bile değil. Eee sonra? Bunu dedirtiyorsa bu hikayeyi bence
içselleştiremediler ve eğer inandırsaydılar o zaman da bunun tam tersini diyebilirdik. Bu
film bu hikayeden fazlası diye ama dedik mi? Hayır. Bunun dışında sahneler çok
aceleye gelmiş gibiydi. Sona yaklaşmak için idareten izledik sanki bazı
yerleri, olayları. Bence olmamış :/.
Veronique’nin Çifte Yaşamı
Bir Kieslowski filmi. Kendisini bu blogda daha önce gördük.
Seri Filmler #vol2 yazımdan Üç Renk üçlemesini okuyabilirsiniz. Polonyalı bir yönetmendir
ama bu film gibi bazı filmleri Fransızcadır ve Fransa’da geçer. Ben bu filmi
sinemada izlemedim ama şu aralar sinemalarda yeniden oynatılıyor
ki bence bu çok güzel bir şey. Ben de izledikten sonra baktım yine sinemalarda
sanırım bunu da buraya koysam fena olmaz dedim. 1991 yapımı filmin Irene Jacob var ki ben oyunculuğunu kötü bulmamakla beraber pek beğenmem J. Farkındayım özellikle
bu yazıda hep beğenmiyorum dedim bazı oyunculara ve hiç mi beğendiğin yok,
kimsin sen diyebilirsiniz J
ama denk geldi işte. Üç Renk üçlemesinin Kırmızı filminde de kendisini izlemek
mümkün. Dediğim gibi orada da iyiydi ama bu filmde eh işte J. Şimdi bu film Üç Renk
üçlemesinden hemen önce çekilmiş ve ortak noktaları var. Yaşlı hanımlarımızın
görünmesi, hayatlar arasındaki paralellikler, müzikler, gizemli bir hava falan
filan. Konusu ise biri Polonya'da diğeri ise Fransa'da yaşayan aynı günde doğmuş iki insanın hayatını işler. Hayatlarındaki benzerlikler ve paralellikler bir şekilde bu iki insanın aralarında bağ oluşturur. Zaten ben kamera açılarını, çekimlerini çok severim yönetmenin bu filmde
de o güzel görüntüleri görmek mümkün. Eğer hala devam ediyorsa mutlaka gidin bu
filme. Hem biraz nostalji olur hem de gözleriniz şenlenir J.
Şimdilik benden bu kadar. Tabi evde çok film izliyorum,
yavaş yavaş blogda önerilecek hepsi sırası gelince. Hatta bu aralar kötü film
izlemedim diyebilirim lakin sabır J.
Bu arada siz hangi vizyon filmlerini önerirsiniz, son zamanlarda sinemada ne
izlediniz yorumlarda yazmayı unutmayın J.
Kendinize iyi bakın, sanatla kalın J.
Merhabalar :) Nasılsınız? Umarım bu güneşli günler gibi güzel geçen günleriniz olur. Tam da bir pazar yazısı başlığı değil mi :/ ama ben salı paylaşıyorum olsundu :). Gayet uzun ve açıklayıcı olduğunu düşündüğüm başlıktan da anlaşılacağı gibi bugün gerek pazar gerek hafta içi dizisi olmadığı günler araya sıkıştırıverdiği, sabahları hatta ve hatta sıkıcı hafta sonu öğlen saatlerinde (yeterince açıklayıcı oldu, sus artık) televizyonda verilen bu tatlılar tatlısı, iyinin kazandığı, kötülerin cezalandırılıp iyi yola saptırıldığı, adaletin yerini bulduğu, hayatın aslında pembe bir pamuk şeker olduğunu gösteren (?) ve tabi ki hep mutlu sonla biten bu içimizi ısıtan filmlerin 10 tanesini nostalji edasıyla sizlerle paylaşacağım ve eminim ki canım 90 kuşağı bu filmlerin en az beşinin tiyakisi diğer beş filmin de aşinası. Sanırım hepsi Amerika yapımı :/, pek bir çeşitlilik, sizi şaşırtan olaylar ya da sanatsal bir şey tabi ki yok (yerdim mi övdüm mü kinaye mi yaptım inanın ben de bilmiyorum). Ve hepsi tabi ki komedi türünde ki bayılırım. Yani kısaca böyle kafanızı rahatlatıp boşaltmak , birazcık gülümsemek ve nostalji yaşamak için tekrardan (yani işte artık büyüdük ya falan filan, mesela ben bugün özellikle, bir sayı atladım :))) izlenilebilecek filmlerden tabi ki Türkçe dublaj şartıyla :). Çenemin düştüğü bir yazıya yine merhaba dedik sanırım ben listeye geçtim, görüşelim :).
1. Jumanji
Ne zaman çıksa ama ne zaman çıksa bayıla bayıla izlerim. Şimdi tamam, Wong Kar Wai izleyip, Godard sevebilirim ama hepsinin yeri ayrı. Arada elitliğime gölge düşürür alırım cipsimi kolamı geçerim TV karşısına oturur izlerim. Jumanji ya Jumanji! Kaç versiyonu yapıldı da vermedi aynı tadı. Canım Robin Williams bıraktığında bizi, çocukluğumu da aldı sanki :(. RIP Robin. Seni unutmadık, hala o güzel sıcacık gülümsemenle içimiz ısınıyor.
2. Bitirim İkili Serisi
Ya dünyanın en şapşik polis memuruyla, dövüş ustası Chan abimizin bu serisi sevilmez mi ya :). Her izlediğimde uzak doğu yemekleri yiyesim gelir :). Ünlü Çin Mahallesini de ilk bu filmde görmüş olmam muhtemel. Filmde Chan oturaklı, sabırlı, kibar tamam tamam hep stereotip ama olsun arada iyi geliyor. Hem serinin ikinci filminde güzeller güzeli Ziyi Zhang da var :).
3. Şaşkın Dedektif
Yine bir şapşik polis memuru ama bu sefer sahtesinden, komedisi bol actionı yerinde :). Ya ben polisiye seviyorum, komedi de. Bunların ikisini beraber daha çok seviyorum :). Bu filmi de çocukken çok severdim.
4. Dr Dolittle/Çatlak Profesör Serileri
Jim Carrey'den hallice bir Eddie Murphy var burada, mimik adamı. Sevmemek, gülmemek mümkün mü şimdi. İkisi farklı filmler ama yani ayırmaya da gerek yok :). Çok tatliş filmler (resmen dilim değişti nasıl yazıyorum ya, sen elit bir blogsun kendine gel). Kendime ayarımı da verdiğime ve şizofrenimi sizlere kanıtladığıma göre yeni maddeye geçelim.
5. Sihirli Oyuncakçı
Dustin Hoffman'ın olduğu yine çok tatlı çok güzel bir film. Valla eve dvdsini aldım arada izliyorum :). Severim. Yalnız çeviriden ötürü ilk izlediğimde televizyonda sebeci sebeci diyormuş da anlamıyormuşum ne dediğini. Meğersem muhasebeci demek isterken alaylı bir dille sebeci diyormuş :). Bir arkadaşım benden elit olmasın söylemişti :/.
6. Polis Akademisi Serisi
Mahonyyyy! Ya yine ne zaman çıksa izlerim bence siz de bir yerde görünce durup izliyorsunuz. Zaten bir ara bir yerde gördüm ya da okudum, Türkiye'de Amerika'dan daha fazla seviliyor sanırsam bu seri (tamamen uyduruyor da olabilirim) :). Tabi TV'de sürekli koymalarının etkisinin olduğunu düşünüyorum:).
7. Wasabi
Yine bir polis memuru yine komedi yine action. Baya baya benim çocukluğum suçluların peşinde geçmiş. Boşuna çocukken dedektif olmak istemiyordum demek, fazla etkisinde kalmışım :'))). Bu sefer karizmalar karizması Jean Reno var hem de Luc Besson ile birlikte. Benim en sevdiğim yönetmenlerden Besson'ın senaryosunu yazdığı bu film yine sizi saracak. Zaten Jean Reno'yu sevmeyeni kınıyorum, kınadım.
8. Mrs Doubtfire
Yine Robin yine Williams. Canım benim ne de tatlı bir filmdir bu :).
9. Daddy Day Care
Ya tekrara düşmüyorum listenin kendisi tekrar zaten :). Evet Eddie Murphy var ve ben iki filmini şimdiye kadar yazdım zaten, bunu da yanına koymadım ama... Blog benim yayın benim kurdum bırak bu liste benim (yumruk emojisi).
10. 101 Dalmaçyalı
Ve geldik benim çocukken çok sevdiğim filmler arasında olan köpeklerin başrolde olduğu tüm filmler adına bu filmi koyuyorum (sadece köpekleri futbolcu basketbolcu hokeyci cicicici yapan filmler hariç, abartmasınlar yani bir konu buldular diye). Beni bilen bilir (Bu lafı da hiç sevmem) ben köpek delisiyim hatta şu an deli gibi olmayan köpeğimi sevdiğim fantastik bir dünyam var. Nerede görsem sevmeye çalışırım ama her zaman karşılık aldım mı tabi ki hayır. Çoğu zaman platonik veya tek taraflıydı. Hatta bir keresinde hayvanı nasıl bıktırdıysam, beni sevme dercesine ısırdı bile beni. O köpeği bir daha sevmedim ama başka köpekleri çokça sevmeye devam ettim. Yolda sahibini durdurup köpek sevdim. Baya çılgın gibi köpek severim anlayacağınız. Hatta sanırım ben köpeğimi sevmekten öldürebilirim, rivayetler var bu konuda. Hayatım boyunca beklediğim an ise birinin bana köpek sürprizi yapmasıdır (hala bekliyorum pls) hani şu videolardaki gibi (misal christmas puppy surprise) <3<3<3<3 Kedi köpek insanı derler ya anladınız herhalde ben köpek insanıyım :). Yavru köpek görünce sulu göz olan o gıcık insan da benim, düşünün artık bir de köpek sahiplensem neler olur. Burayı sayfalarca içimdeki sevgiyi anlatmak için kullanabilirim amma ve lakin gereksiz :). Çenemi yukarıda değil şu an burada bıraktım sanırım. Kuvvetlidir kolay kolay düşmez tabi hemen, gördüğünüz gibi.
Konudan yeterince saptığıma göre sonuç kısmına geçeyim. Umarım buraya kadar gelebilmişsinizdir. Aslında bir Adam Sandler filmi de koymak isterdim ama kısmet değilmiş. Sizin de böyle çocukluğunuzu hatırlatan, nostalji yüklü filmleriniz varsa yorum yazın, çekinmeyin :). Kendinize çok iyi bakın, hayal etmeyi ve çocuk kalmayı asla bırakmayın.
Onur haftasının da gelmesi sebebiyle uzun zamandır taslakta beklettiğim bu listeyi günün anlam ve önemine ithafen paylaşmak istedim. Tek tek filmleri açıklamadım. Bazılarını zaten blogda görmeniz mümkün, diğerlerini de yeri geldikçe zaten göreceksiniz. Bahsetmediklerimden bazıları beni ciddi anlamda etkileyen filmler. Umarım yine bir liste dolayısıyla bahsederim veya tek başına inceleme yapma fırsatım olur.
Peki Queer Sinema nedir? Neden ve nasıl Queer gibi eşcinselleri "aşağılamak" için kullanılan bir kelime bu sinemayı temsil ediyor? Queer kuramı nedir? Sinemadaki yeri ve temsili nedir? Queer sinemanın yeni ve eski örnekleri nelerdir? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi? Eminim bu soruların hiçbirini merak etmiyorsunuz :), ama eğer merak ederseniz en alta bir link bırakacağım orada tüm bu soruların cevabını bulabilirsiniz :). Eğer daha fazla bu ve benzeri kitap okumak isterseniz birkaç önerim olabilir, bunun için de yorum bırakmanız yeterli :). Ayrıca bu vereceğim linkte daha çok film örnekleri görebilirsiniz.
Benim de birkaç cümle yazmam gerekirse bu makale ile alakalı şunlar olur. Yalnız uyarmam gerek, çok güzel açıklamalar var makalede benim yazacaklarım sadece birkaç yerin açımlaması, yorumlaması (bildiğiniz paraphrase işte, Türkçe'sini yeni öğrendim tek kelime kullanarak, çaktırmayın :)), o yüzden bununla yetinmeyin makale bundan çok daha fazlası, ne yazsam eksik olacak. Mesela genelde Hollywood sinemasında (ki günümüzde de devam ediyor Türk Sinemasından bahsetmiyorum bile, az çok her ne kadar duyarlılığın arttığını düşünsek de), eşcinseller ve eşcinsel olmak genel olarak, "komik, korku veya kaygı uyandıran durum, anormalilik, toplum dışılık" olarak bize yansıtılıyor. Özellikle "eski queer sinema" başlığına bakarsanız, eşcinsel karakterlerin filmin sonunda ya intihar ettiğini ya da öldürüldüğünü görebileceğimizi belirtiyor. Yine bu ilk filmlerde "efemine eşcinsellik çevrelerindeki erkeklerin erilliklerinin ölçülmesinde ölçüt olmuşlar." İşte bu gibi örnekler bence yeni dönem bazı Dünya Sineması'nda ve Türk Sineması'nda da hala sıklıkla görülen stereotip karakterler aslında. İşte bu yeni dönem Queer Sinema bu algıyı yavaş yavaş yıkıyor sanırım. Aşağıda göreceğiniz filmlerde bu yeni dönemin örneklerinden sayılabilir.
Ve her zaman dediğim gibi empati önemli. Saygı duymak önemli. Aşk aşktır ve aşk her zaman kazanır :).
1. Haftasonu - Andrew Haigh (2011)
2. Zenne - Caner Alper, Mehmet Binay (2012)
3. Bana Marianna De - Karolina Bielawska (2015)
4. Aşk Başkadır - Ira Sachs (2014)
5. Tangerine - Sean Baker (2015)
6. Mavi En Sıcak Renktir - Abdellatif Keshish (2013)
Bu aralar ne izliyorsun diye sorarsanız size iki yönetmenin adını verirdim. Biri Pedro Almodovar, diğeri ise Wong Kar Wai. Bu sene izleme fırsatı bulduğum bu iki yönetmenin de resmen bağımlısı oldum, şimdi her bulduğum fırsatta filmlerini izlemeye çalışıyorum. Bugün de sizlere bu yönetmenlerden ikincisini yani, Wong Kar Wai'nin resmi olmayan üçlemesini tanıtacağım ama sadece önereceğim, inceleme olmayacak :). Yönetmen Wong Kar Wai'nin "Days of Being Wild" ile başlayıp, "In the Mood for Love" ile devam edip, "2046" ile sonlanan bu üç güzel filmini sizlere tanıtacağım. Benim izlemem 2046 ile başladı çünkü üçleme olduğunu bilmiyordum :). Zaten bu filmi izlemesem de ikinci filmi izliyor olacaktım eğer bulabilseydim. Wong Kar Wai'nin adı genelde 2. film ile anıldığı için onu izlemeye çalışıyordum çünkü ilk kez yöentmenin filmini izleyecektim, ondan umudu kesince 2046'yı izledim ama gelin görün ki o aslında serinin son halkasıymış :) (Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak). Zaten karmaşık olan film benim için daha da karmaşık oldu. Tabi başlarında ama sonlarında alıştım. Hatta çok sevdim, o filmi Chungking Express izledi ki bence kesinlikle izleyin. Ardından ben şu seriyi artık izleyeyim dememle, ilk film ardından ikincisi hızımı alamayıp 2046'yı tekrar izledim :). Ve bir kez daha hayranlık. İlk izlediğimden mi bilinmez ama üçlemede 2046'nın yeri ayrı bende ama bu tabi ki demek değil diğerleri kötü. Aksine belki de benim son filmi bu kadar sevmem ilk iki filmde kurulan bu dünyanın sağlamlılığıdır, bilinmez (çünkü ben iki filmi izlemeden zaten sevmiştim 2046'yı, kendi kendimi çürütürüm, üstüme tanımam :)). Bu sadece bir yorum tabi :). Size sevmeniz için çok sebep verecek bu filmlere gelin kısaca bakalım. Bakmadan önce şunu söylemeliyim ki üç filmin de müzikleri içinize işler, etkisinden kolayca çıkamazsınız. Son filmdeki güzeller güzeli Ziyi Zhang başta olmak üzere, karizmalar karizması Tony Leung Chiu Wai'nin oyunculukları beni benden aldı. İlk filmdeki Leslie Cheung yine aynı şekilde. Ne deseler ne yapsalar içime işledi ama yine de diğer oyuncuların hakkını yemek istemiyorum. Gerçekten her şeyiyle başarılı filmler. Laf yine uzadı, hadi bakalım artık yakından :).
1. Days of Being Wild - Vahşi Günler (1990)
"Duydum ki bacakları olmayan bir kuş varmış. Sadece uçabilen, uçabilen ve yorulduğunda rüzgarda uyuyan. Kuş ömründe sadece bir kez yere inebilirmiş... öldüğünde" "Doğumundan ölümüne kadar sadece uçabilen bir kuş olduğunu düşünürdüm. Gerçek şu ki kuş hiçbir yere gitmedi. Kuş en baştan beri ölüydü." "Bu bir gerçek, inkar edemezsin çünkü geçmişte kaldı."
"Her zaman bir dakikanın uçup gittiğini düşünürdüm. Ama bazen o gerçekten kolay kolay geçmiyor. Bir keresinde, biri saatini gösterdi ve bana sırf bu dakika yüzünden, beni hatırlayacağını söyledi. Bunu dinlemek o kadar cazibeliydi ki... Ama şimdi saatime bakıyorum ve kendime bu andan itibaren bu adamı unutmak zorunda olduğumu söylüyorum."
Serinin ilk filmi. Kalp kırıklıklarıyla dolu bir aşk hikayesi. Kimseye bağlanamayan bir genç, ona aşık iki kadın. Oğlan gerçek annesini ararken, kadınlar onun gerçek sevgisini arar. Çok güzel çekimler, diyaloglar, hikayeler. İlk gençlik dönemi, ilk aşklar. Ama içlerinden birinin hikayesi bitmez, o başka filmin konusudur.
2. In the Mood for Love - Aşk Zamanı (2001)
"Biz onlar gibi olmayacağız." "Eğer fazladan bir biletim olsaydı, benimle gelir miydin?"
Bir erkek bir kadın. İkisi de evli ve bir ortak noktaları var. Eşlerinin yasak aşkı var. Onların aşkı bu çiftin arasında başka bir aşka yol açar. Ama bu aşk mutlu sonla biter mi hayır. Wong Kar Wai'nin bu üçlemesinde mutlu son aramayın; ama melankoli, kalp kırıklıkları, aşk acısı ve unutamama bunlardan bolca bulursunuz. Yine yavaş çekimler, eller, süzülen sigara dumanları, vantilatör genel olarak filmlerinde görülen belli başlı semboller. Yönetmeni izlemek bir zevk. Kıyafetlerden, dekorlara ince düşünülmüş, güzel ayrıntılar.
3. 2046 (2004)
" 2046'ya herkes aynı amaçla gider, kayıp anılarını tekrardan yakalamak için çünkü 2046'da hiçbir şey değişmez. Yine de, hiç kimse bunun doğru olup olmadığını bilmiyor çünkü hiç kimse geri dönmedi."
"Aşk zaman işidir."
"Bir keresinde birine aşık oldum. Acaba o da beni sevdi mi diye merak etmeden duramıyorum."
"Eğer doğru insanı bulduysan neden diğerleriyle zaman harcayasın ki?"
"Neden önceki gibi olamıyor? Lütfen gitme. Bu gece benimle kal. Seni ödünç almama izin ver."
Her kalp kırıklığı başkasının kalbine mal oluyor. Mutluluk, karşılıklı aşk çok uzakta. Bu sefer Su Li Zhen in acısını unutamamış Chow' un ondan sonraki hayatını izleriz. Geçmiş hep orada; ne yakasını bırakıyor ne de mutlu ediyor. Geçmiş belirsiz. Bu sefer güzeller güzeli Bai Ling var. Hüzün, kalp kırıklığı, karşılıksız aşk, vazgeçememe, unutamama, nefret ve acı acı acı. Chow'un kalbi kırıktır ve o da kalp kırar. Dedik ya mutlu aşk yok bu filmlerde varsa da adı var, görünen yok.
Not: Eğer bu yayındaki gifleri ve fotoğrafları sevdiyseniz daha fazlası için tumblr hesabımı takip edebilirsiniz :). http://mubblr.tumblr.com/
Merhaba arkadaşlar :). Nasılsınız? Keyifleriniz yerindedir umarım. Ben de durumlar yoğun. Günler o kadar hızlı geçiyor ki anlayamıyorum. O yüzden buraları ihmal ettim. Şimdi sizlere kendimi affettirmek biraz da sizleri eğlendirmek için bir liste hazırladım. Biliyorsunuz ki en son yaptığım Son Zamanlarda Okuduğum Okunulmayası Kitaplar listesi ilgi görünce ben de neden bir de bunun film versiyonunu yapmayayım dedim. Aslında şanslıyım izlediğim filmlerden kesin olarak beğenmediklerim o kadar az ki liste çok uzun değil ama yok da değil :). O yüzden son zamanlarda keşke izlemeseydim dediğim ama izlemeden de böyle olduklarını anlayamayacağım filmleri listeledim. Bana meydan okuyup sen ne anlarsın filmden çok güzel bir film o bir kere demek serbest :). O zaman başlayalım.
1. Good Will Hunting - Gus Van Sant (1997)
Bu film iki listeye giriyor. Biri bu zamana kadar hala izlemediğim filmler listesi (artık izledim) iki izleyip de beğenmediklerim listesi. Yani o kadar klişelerle dolu ki uzun uzun yazmak istemiyorum. Başından sonuna ne olacağı belli, sizi ne şaşırtan ne de hayranlığınızı uyandıran bir film. Tek olumlu yanı Elliott Smith şarkılarının olması ama o güzelim şarkılar ziyan olmuş. Kısacası kötü. Özür dilerim Robin Williams, Stellan Skarsgard.
2. Mustang - Deniz Gamze Ergüven (2015)
Oscar benim pek de önemsediğim bir ödül değil ama güzel filmler de çıkmıyor diyemeyiz ama bu film onlardan biri mi hayır. Zorlama, başarısız bir senaryo, Emin olun çok daha güzel Türk filmleri var, her açıdan. Olmamış, sorryyy :(.
3. Hamam - Ferzan Özpetek (1997)
Ferzan Özpetek filmlerini severim ama bu film onlardan biri değil. Hem de Mehmet Günsur'a rağmen :/
4. Dead Man - Jim Jarmusch (1995)
Şimdi Jim abimiz kızmasın; kendisini, tarzını severim (bknz. Coffee and Cigarettes) Johnny Depp'i zaten severim. Ama bu filmde sanki bir şey varmış da anlamak veya sevmek için ben onu kaçırmışım gibi hissediyorum çünkü baya sıkıldım izlerken. Hani çok kötü de diyemiyorum ama beklentim o kadar yüksekti ki kendimde sorun aradım. Hala sevmek için neden arıyorum yardımcı olun :(.
5. Kara Bela - Burak Aksak (2015)
Burak Aksak'ın en kötü işi olmaya aday bir film. Ara ara tebessüm ettirse de Bana Masal Anlatma filmindeki gibi başladığı andan itibaren sizi saran, güldüren bir film değil. Aksak'ın neler yapabildiğini Leyla ile Mecnun'da gördük hala sezonu başa sarıp izliyoruz. Yukarıda bahsettiğim ilk uzun metraj filminde de neler yaptığını gördük o yüzden bu filme rahatlıkla kötü diyebiliyorum. Abbas Bozkurt'un Altyazı dergisinde Ocak 2016 dayısında yayınlanan 'Toplu Kahkaha' yazısını okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Genel olarak doğru tespitler ortaya koyan Bozkurt, Burak Aksak ile ilgili olan kısımda da çok haklı.
Son beş ayda izlediğim kötü filmler bunlardı. Bence hiç de fena değil ortalamanın üzerinde film izleyen ben için:). Siz de yorum yapmayı, sevdiğiniz sevmediğiiz filmleri bizimle paylaşmayı unutmayın. Filmle kalın :).