İzlenilesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İzlenilesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2015 Perşembe

Başka Aşk

Aşkın yaşı, cinsiyeti, dini, dili, ırkı yok. Olmasında zaten. Hele ki öyle bir şey varsa ve siz de bulma şansına eriştiyseniz sakın bırakmayın. İnsan olun yeter :).

Bir Xavier Dolan Sevmek yazısı yolda. Günlerdir hazırlamaya çalışıyorum, beklemede kalın :).

Listeye bakarken dinlemeniz önerilir :)





1. Aşk karşılık beklemez ve bazen "konsepte" aşık olursun :)
.
Heartbeats - Xavier Dolan (2010)



2. Aşkın yaşı yok. Kara komedi severler buraya, Cat Stevens eşliğinde :). (Müthis bir film, bayıldım.)

Harold and Maude - Hal Ashby (1971)



3. Aşkın cinsiyeti yok.

Blue is the Warmest Colour - Abdellatif Kechiche (2013)




4. Onlar efsaneydi. Aşkın, sevginin sınırı yok.

Leon -  Luc Besson (1994)



5. Sevdiğiniz kişi belki gerçekten de melektir :). Aşkın melek hali :)

Angel A - Luc Besson (2005)



6. Birinizin hala kalbi atarken eşinizin ölü olması da aşka engel değil :). İnsan ölü olsa bile aşk asla ölü olmuyor demek ki :).

Ölü Gelin - Tim Burton (2005)



7. Aşkın dini yok. (En sevdiğim filmlerden. Nadir Sarıbacak efsanesiyle)

Uzak İhtimal - Mahmut Fazıl Coşkun (2009)



8. Aşk engel bilmez.

Başka Dilde Aşk - İlksen Başarır (2009)



9. Aşık olmak için kana cana ihtiyaç da yok, ses de yeterli olabiliyor bazen :). (Film güzel ama fazla abartıldığını düşünüyorum halen :).)

Her - Spike Jonze (2013)


10. Dünyanın en cool çifti. Ve yaşamak için kana ihtiyaç duysanız bir de sonsuza kadar yaşasanız bile aşk oradadır :).

Only Lovers Left Alive - Jim Jarmusch (2013)



Bonus: Aşk engel tanımaz :).


Bu film Paris'te geçen, ünlü yönetmenler tarafından çekilen kısa filmlerden oluşmaktadır. Bir de New York'ta geçen versiyonu da vardır ki filmlerden biri Fatih Akın'a aittir, başrolüde Uğur Yücel'in olduğu.
Devamını Oku »

14 Haziran 2015 Pazar

Locke - Steven Knight (2013)

Web'ten alınmıştır

Spoiler içerir.

"Eğer bir hata yaparsan tüm dünya başına yıkılır" - Locke

Tom Hardy (Nasıl bir isimdir bu ya adam zaten İngiliz bir de böyle bir ada sahip, resmen ünlü olmak için doğmuş)'nin tek başına müthiş bir oyunculuk sergilediği Locke, insanın kendiyle, başkalarıyla yaşadığı çatışmayı yansıtan güzel bir dram. Ivan Locke aniden gelen bir telefonla bir anda işini ve ailesini arkada bırakarak bir buçuk saatlik yola çıkar ve biz de onun hayatının bu bir buçuk saatine ortak oluruz. Tek başına arabasıyla bu yolu giderken, 'tarih yazacak' kendisinin sorumluluğunda olan bir binanın temelinin atılacağı günün öncesinde ve ailesi onu heyecanla evde maç izlemek için beklerken gelen bu ani telefonla her şeyi geride bırakır. Bunlara engel olacak şey, onun  bu çok değer verdiği iki şey, ailesi ve işi, onları kaybetmesine de sebep olacaktır. Peki bu çok önemli olan şey tüm bunlara değer mi göreceğiz.

Ivan işinden alelacele çıkarak arabasına atlar ve yola çıkar. İzledikçe anlarız ki telefon tek gecelik ilişki yaşadığı bir kadından gelir. Kadın doğum yapmak üzeredir ve Ivan doğumda yanında olmak için her şeyini arkada bırakarak yola çıkar. Bu sırada inşaatına başlanacak binanın temeli ertesi gün atılacaktır ve Ivan'ın sorumluluğunda olan bu projeyi de ardında bırakır, işten kovulacağını bile bile. En değer verdiği şeylerden biridir binalar Ivan'ın. Ve tabi ki sembol olarak binaların seçilmesi tesadüf değildir. Filmde de Ivan'ın hayatıyla ve binalarla film boyunca yakın ilişki kurulur. İş arkadaşı Donal ile binanın temeli hakkında konuşurken one "Eğer bir hata yaparsan tüm dünya başına yıkılır"der. Aynı Ivan'ın hatası gibi. O da tek bir hata yapmıştır ve geri dönülmez yola girmiştir. Eşini, evini ve işini kaybetmiştir. Yani onun da dünyası başına yıkılmıştır.

"Eğer bir binanın temelinin betonu doğru olmazsa, bir santim bile kayarsa çatlaklar oluşur.eğer çatlaklar oluşursa zaman geçtikçe büyürler ve tüm bina yıkılır."- Locke

Peki ya Locke'un temeli. Filmde kendiyle hesaplaşmasıyla anladığımız kadarıyla Ivan'ın babasıyla sorunları vardır hatta belirli bir yaşına gelene kadar görüşememişlerdir. Babasının onu terk etmesi yüzünden Ivan'ın pek de sağlam bir temeli olduğunu söyleyemeyiz çünkü ölen babasıyla hayattayken hesaplaşamaması onun şimdiki hayatında hala problemlere sebep oluyordur. Film de kendi kendine konuşurken hitap ettiği kişi hep babasıdır. Onu suçlar, ona içini döker aynı zamanda ona hesap sorar. Bu hata olarak gördüğü bebeğin peşinden gitmesi aslında babasının kendisi için yapmadığı babalığı o çocuktan esirgememektir. Ona soyadını vermek, onu kabul edip ilk anında yanında olmak, onu sevmediği bir kadından olmasına rağmen çocuğu olarak kabul etmesi, bu kendi içinde tamamlayamadığı baba boşluğunu o çocuğa yaşatmak istememesidir. Bu evini, işini ve eşini kaybetmek pahasına da olsa. Yani onun da Ivan gibi temeli sağlam olmayan kendi binasının, yani kendi hayatının; çatlakları gittikçe büyümüş ve en sonunda yıkılmış bir hayatının olmasındansa onun yanında olmak ve çocuğunda kendi gibi olmasını önlemek için çıktığı bir yolculuktur. Ivan'ın bu bir buçuk saatte arkada bıraktığı sadece yollar değil ailesi ve çok sevdiği işidir de. Ama filmin sonunda her şeye rağmen bir hayat, bir ömür başlar. O bebeğe sahip çıkarak bebeğin hayatında oluşabilecek olası çatlakların önüne geçmek ister. Bu yüzden Ivan gibi kendi hayatının, kendi binasının yıkılma olasılığını yok eder. Bu bebek, hem Ivan'ın yenilenmesi hem de kendi babasından farklı olarak bebeğin yanında olması bu döngünün kırılması için bir umuttur.

Steven Knight'ın yazıp yönettiği, başka sinemanın örneklerinden bu film Tom Hardy'nin güzel oyunculuğuyla ve güzel konusuyla kendini öne çıkarır. Filmde mekan yollardır. Ve arabayı kullanan Ivan'ın yanına Knight seyirciyi oturtuverir ve onunla beraber biz de Ivan ile yola koyuluruz.

Bu filmi seven bunlara da göz atsın :).

1.Telefon Kulubesi (2002) - Joel Schumacher
2. Looper (2012) - Rian Johnson (Çünkü bazen bu döngüleri kırmak için fedakarlık yapman gerekir)
3. Next (2007) - Lee Tamahori (Ve binalar yıkılmadan öngörmek gerekir olacakları, ona göre davranmak için.)

Muhtemel Soundtrack ile de bitireyim.

1. Bonny M - Daddy Cool (Dram dram nereye kadar :))
2. Glasvegas - Daddy's Gone (Chuck dizisinden hatırlayanlar olacaktır.)
3. Radiohead - No Surprises
4. Muse - Unintended
5. The Beatles - Yesterday (Ivan'ı ve filmi anlatan en iyi şarkı herhalde gerçi hangimizi anlatmıyor ki, güzel şarkı yapacak bir şey yok :/)

Bonus : Carly Rae Jepsen - Call Me Maybe Tom Hardy belki bizi de bir gün ararsın :))

Devamını Oku »

22 Nisan 2015 Çarşamba

Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme


      Merhabalar :). Bayadır buraları ihmal ettim farkındayım. O yüzden size bölümümüzün dergisi İdebiyat'ta yayınlanan uzun bir bir film incelemesi yazımı paylaşayım dedim. Buyrun yazıya :).




       Biri size hayatınızı anlatsaydı ne hissederdiniz? Ya da bir romanın başkarakteri olsaydınız? İşte Harold Crick’in başa çıkmaya çalıştığı sorular. Zavallı adamcağız kendi hayatını dinlediği yetmezmiş gibi bir de öleceğini öğrendiğinde ne yapacak bir düşünün.  Bu güzel fantastik filmlere yeni bir bakış açısı getiren ve son zamanlarda çok popüler olan bir akım diyebiliriz. 2012 yapımı “Ruby Sparks” ve 2013 yapımı “About Time” da yine bu yarı fantastik filmlerden sayabiliriz sanırım. Ülkemizde de “Sen Aydınlatırsın Geceyi” yine fantastik türün bir çeşidi olan bu akıma göz kırpmıştır. Ki kendisi filmin söyleşisinde şöyle bir söz sarf etmiştir, karakterlerin özel güçleri olmasa da hikâye yine aynı olacaktı. Tabi bizim filmimizde karakterlerimizin fantastik güçleri yok. İkisinin ortak noktası normal, içinde yaşadığımız dünyada geçmesi ama birkaç olağandışı eklemeyle hikâyeyi daha ilginç kılması. Stranger Than Fiction bunu fazlasıyla başarıyor.

        Şu ana kadar izlediğim en orijinal senaryolardan birine sahip. Harold Crick şirkette çalışan bir hesap uzmanıdır. Kol saatinin söylediğinden bir dakika bile şaşmaz. Aşırı düzenli hayatı hikâyesinin üçüncü şahıs tarafından anlatılmasıyla alt üst olur. Tabi hayatına Ana Pascal’ın da girmesiyle dünyası ikinci kez sarsılır. Ama hayatını dönülmez bir yola sokacak asıl önemli olay kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan saatinin bozulması. Kendi halinde yaşayan bu yalnız adamın sıra dışı olaylarla hayatı yeniden şekillenir. Hayatında yeni bir döneme giren Harold Crick oradan oraya ölmemek için koştururken kitabın yazarı da boş durmayacak ve harıl harıl Harold Crick’i öldürmenin yollarını arayacaktır.

          Gelelim filme genel bakışa. Film orijinal konusuyla bir kere sizin dikkatinizi çekiyor. Güçlü ve sinemanın değerli oyuncularıyla hikâye sağlam bir temele konuluyor. Isınma turlarından sonra hikâyenin absürtlükle gelen komikliği sizi içine alıyor. Yerinde dram ve romantizm ile yine başarılı bir iş çıkarıyor. Oyunculuklara gelirsek, 2004 yapımı bir Eternal Sunshine of the Spotless Mind durumu yok değil. Komedi filmleriyle ünlenen aktörlerin hafif dram ve romantizm içerikli aman birazda dünya dışılık olsun diyen filmlerde oynatılmasına örnek Jim Carrey’den sonra Will Ferrel’a da aynı görev layık görülmüş. Jim Carrey’i daha başarılı bulsam da Will Ferrel da kötü değil. Bazen aşırı mimiksiz ifadesi, karakterinden ötürü olsa da, botoks mu var etkisi uyandırmıyor değil ama dram sahnelerindeki oyunculuğunun güzelliği de yadsınamaz. Ana Pascal’ı oynayan soyadı illallah ettiren Gyllenhaal kardeşlerin Maggi’si. Filmde en itici bulduğum karakter olsa gerek. Kızın iticiliği mi karakterinki mi bilinmez, off keşke başkası olsaydı demeden edemiyor insan. Kendisi, bu dakik adamı kendine âşık eden önemli bir karakter ama aşırı ağdalı oyunculuğuyla bir olmamışlık var. Ve benim rolüne en çok yakıştırdığım, asosyal, çılgın yazar rolündeki Emma Thompson. Kendisini birçok filmden hatırlayabilirsiniz ama kendisine şimdiye kadar izlediğim filmlerinden en çok bu role yakıştırdım. Dustin Hoffman’a laf etmek nerden düşmüş haddimize. Sevilen, sinemanın demirbaş oyuncularından biri zaten. Bu “sanat yanlısı” edebiyatçı profesör olarak görmek ayrı bir zevkti. Aynı senaristin bir diğer filmi, yine fantastik bir film olan “Sihirli Oyuncakçı”yı izlemenizi öneririm. Aile filmidir, öyle bir Nolan olayı beklemeyin. Ama aman bu da çocuk filmi demeyin, Natalie Portman ve Jason Bateman’lı bu filme bir şans verin. Son olarak kendine güveniyle aklımıza kazınan yazarımızın asistanı Penny Escher rolüyle Queen Latifah’ı izliyoruz. Grammy ödüllü rapçi ve Altın Küre sahibi oyuncu, burada yine küçük rolünün hakkını veriyor.

          Filmi film yapan şey müziktir dimi? Filmin en akılda kalan anlarından biri Will Ferrell’ın şarkı söylediği andır herhalde.  Wreckless Eric şarkısı “Wholewide World” şarkısı başkarakterimiz Harold Crick’ten dinlenmeli.  Genelde Spoon şarkılarından oluşan liste filmde de enstrümantal halleriyle karşımıza çıkıyor. Onun dışında yine bu müziklerden benim en sevdiğim Vangelis’ten “La Petite Fille De La Mer”dir. Genelde indie ve alternatif rock türüne eğilimli güzel bir şarkı listesi hazırlamışlar ama ben bunlarla yetinmeyip size muhtemel soundtrack listesi oluşturdum. Dinleyip dinlememek size kalmış J.

1. Gnarls Barkley – Crazy
2. Elvis Costello – I want you
3. Coldplay – In my place
4. Matthew Corbett – Just standing
5. Rihanna – We found love (Bu şarkılardan sonra bu ne alaka demeyin, adamı aşk mahvetti)

          Muhtemel listemizden sonra size Imdb tadında bir benzer filmler listesi paylaşayım. Bu filmi sevenleri buraya alalım.

*Midnight in Paris ( Woody Allen klasiği, hiç bitmese dedirten film)
*Ruby Sparks (Hemen hemen aynı tonda, bir yazar ve gerçek hayatta var olan karakteri)
*Angel- A (Canım Luc Besson filmi, bu sefer Fransız, fantastik ve siyah beyaz  J)
*Wristcutters ( Diğerlerine göre daha fantastik ama kapak fotoğrafınız anlam kazanacak)
*Scott Pilgrim vs the World (Fazla fantastik, bol komedi)

          Sonuç olarak biraz orijinal senaryo arayıp, eğlenmek isteyenlere şiddetle bu filme bakmanızı öneriyorum zira pişman olmayacaksınız.


Dip not: Bu filmin içindeki hikâye kitap olsaydı, yine en sevdiğim kitaplardan olurdu. 
Devamını Oku »

6 Mart 2015 Cuma

Sevgili Güllük #2 (Görselli Öneri)

 Vivre Sa Vie (1962)










Devamını Oku »

Sevgili güllük #1

Godard ile müzik


Slow Show - The National

Masculine Feminin 1966


Dancing with Myself - Nouvelle Vague 

Vivre Sa Vie 1962




Dance with Me - Nouvelle Vague

Bande a Part 1964



Devamını Oku »

5 Mart 2015 Perşembe

Londra Bulvarı/London Boulevard #Ezeli Düşmanlar #vol1

Geçenlerde bilirsiniz belki Ankara'da kitap fuarı oldu ve bitti. Ben de ancak geçen cumartesi gidebildim. Keşke hafta içi gitseymişim. Sahaflar o kadar kalabalıktı ki hiçbir kitaba bakamadım ve bir ilki gerçekleştirdim. İlk bir fuardan sadece ve sadece iki kitap aldım. Ben bile inanamadım ama o kalabalıktan ve organizasyonun kötülüğü nedeniyle maalesef ben bile iki kitapla döndüm. Beni en çok rahatsız eden iki nedeni yazayım da içimde kalmasın. Güzel yetkililer bizi dışarıda uzun bir sıraya aldılar bir de utanmadan bakın ne kadar da çok katılımcımız var (!) diye fotoğraf çektiler. Ve sırf hafta sonu diye öğrenci olmamıza rağmen bizden bir buçuk liraya bilet kestiler ve iki adım sonra o bileti elimizden aldılar (!) evet bunlar en göze batan kusurlardı ama bunları bir kenara bırakacak olursak aldığım o şanslı kitaplardan biri Londra Bulvarı'nı size filmli, kitaplı, hatta karşılaştırmalı mümkün olduğunca az spoiler ile tanıtmak isterim. Sel Yayınlarındaki 5 liralık bölümden aldığım kitap konusu dolayısı ile ve 2010 yılında Colin Farrell'in başrolü oynadığı bir filminin olduğunu öğrenmemle ilgimi çekti.

                                           


Kitabın yazarı İrlandalı Ken Bruen birçok ülkede İngilizce Öğretmenliği yapmış bir öğretmen aslında. Kitap 2010 yılında çok sevdiğim Sel Yayıncılık'tan çıkmış, Kapak başarılı. Renkler, tabancalı bir adam gayet etkileyici. Hatta bana İletişim Yayınlarından çıkan Murat Menteş, Alper Canıgüz kitap kapaklarını anımsatmadı değil. Gelelim içeriğine. Mitchell 3 yıl hapishanede kalmış, delilikle normallik arasında gidip gelen bir kız kardeşe ve bolca suç dünyasına ait arkadaşa sahip biri. Her ne kadar tekrardan suç dünyasına bulaşmak istemese de ister istemez olayların içine çekiliyor. Olaylar esas adamımızın hapishaneden çıkıp arkadaşı Billy'nin onu almaya gelmesi ile başlar. Billy ona içi dışı hatta gardıropları bile dolu bir ev verir. Tabi karşılığını da ister. Onun hapishaneden çıkışının şerefine bir parti düzenler. Ve Mitchell partiye giderken bir kızacağımıza yardım eder. Ve bu iyilik de karşılıksız kalmayacaktır. ama bu iyiliğin iyi mi kötü mü olduğuna da siz karar verin. Mitchell'ın dikkat çeken özelliklerinden biri kitaplara düşkünlüğü ve sürekli alıntılar yapması. Kitapta bolca alıntı okuyabilirsiniz. sonuç olarak kitaptaki karakterleri ve hikayeyi her ne kadar sevsem de yeterince iyi olduğunu düşünmedim. Kitap akıcı, merak ettiriyor ama tekrar okuyacak kadar değil. Sinematografik anlatıma sahip ama klasik olacak kadar değil.. Hikaye yeterince orijinal değil, okuyucuyu şaşırtmıyor. Klasik bir suç/aksiyon türü konusundan öte değil. Çeviriden mi baskıdan mı anlamadım bazı kopukluklar var kitapta. Buna rağmen okuması kolay, biraz rahatlamak için okumalık.



Filme gelirsek arada karakterler ve özellikleri arasında büyük farklar var. Kitapta Mitchell'ın hayatında iki kadın var filmde ikisini birleştirmişler. Jordan karakteri kitaptakinin tam tersi özellikte ve sevdiğimiz oyuncu David Thewlis tarafından oynanmış. Keşke kitaptaki karakteri oynasaydı eminim doktürürdü. Baş karakterimize hayat veren ise Colin Farrell. Bir diğer başrol benim kişisel olarak pek haz etmediğim ama her İngiliz filminde bulunma zorunluluğu olan Keira Knightley. Bir de Mitchell'in kız kardeşi var tabi ki. Kitapta sempatimizi kazanırken film de bize bu imkan sunulmuyor. Bu yeni karakterlerle senaristimiz farklı bir sonu uygun görmüş ki pek sevemedim. Kitaptaki son cümle kitabın belki de en güzel yeriyken senarist filme kendi sonunu yazmak istemiş. Kitaptan bağımsız olarak düşünürsek konu zayıf. Mitchell yine aynı şekilde hapishaneden çıkar, arkadaşı tarafından alınır, partiye davet edilir ve bir şekilde Charlotte ile ben kitaptaki Lillian Palmer ve Aisling birleşimi (Mitchell'ın hayatındaki kadınlar) demek isterim, Keira Knightley'ın tüm iticiliği ile hayat bulur. Charlotte evinden çıkamayan, çok ünlü, her gün evinin önünde gazetecilerin beklediği ünlü bir aktristir. Ve beklenildiği gibi Mitchell'in aktristin evinde işe başlamasıyla birbirlerine aşık olurlar ama Mitchell'ın geçmişi bu aşka pek de izin verecek gibi değildir. Filmin tek güzel yanı müzikleriydi sanırım ve en beğendiğim şarkı filmin hem başında hem de sonunda çalan şu şarkı. tüm şarkılara erişmek isterseniz buyrun.



Biraz daha yazarsam dayanamayıp sonunu yazacağım sanırım. en iyisi burada bırakmak. Çok başarılı bulmadığım bu kitap/film ikilisinden ben kitabı önerirdim. Filmi de özellikle bir oyuncunun hayranıysanız izlemenizi öneririm, izlemezseniz pek de bir şey kaybetmezsiniz :).

Devamını Oku »

21 Aralık 2014 Pazar

The Hunger Games: Mocking Jay Part 1



Birçok kişinin izleyip yazdığı aşikar bi Açlık oyunları yazısı sizlerle. Yani benim yorumumla. Film 3 boyutlu ve alt yazılı değil bilmek isteyenlere. Aslında seri olarak yazmak güzel olurdu kitap karşılaştırılmalı falan ama nasıl unutmuşsam kitabı, filmi izlerken ne olacağını bilmeden her seferinde merak edip, şaşırdım. O yüzden şimdilik bu filmi inceleyelim belki daha sonra tüm serinin incelemesini yaparım. En baştan izleyip. son zamanlarda filmlerde liste yapmayıp tek tek inceleme yapıyorum farkındayım ama idare edin bu garibanı :). Hem böyle arada uzun inceleme yazmak bana da iyi geliyor umarım siz de okurken sıkılmazsınız. Hepsinin temasını sinemaya giden insanoğlu adı altında alırsak zaten yine bir liste oluyor :). Şimdi gelelim bu güzel filme.

Klasik kitap uyarlama olayından başlayacak olursam, olaylar kopuk değil ve bu da nereden çıktı diyecek olay yok. Aman neden iki film tek film olsa olmaz mıydı diyenlere ise hiç burası da fazla olmuş, gereksiz yere uzatılmış demedim. Gayet yerinde olmuş. Hayır uzatma olayını zaten Peter Jackson iyi bilir. Tek kitabı üç film yaparak, olmayan karakterler koyarak bize nasıl film gereksiz uzatılır güzelce, uygulamalı olarak göstermiştir. İlkini izledim, ikinciye gitmedim, üçüncüsüne gitmeyi yine düşünmüyorum. Teşekkürler Peter.

Filme tekrardan dönecek olursak Jennifer Lawrence döktürmüş. Hayır yeteneği, oscarı, güzelliği, sempatikliği yetmiyormuş gibi hatunun sesi de güzel. Artık bir yerde yuhh dedirtti (Şarkı için tıktık). Karakterine gelirsek kitapta hissettiğim alaycı kuş olma aşamalarındaki heyecanımı filmde de hissettim. Gayet güzel olmuş. Biz kızlar olarak Gale'e umut verip tipsiz Peeta'ya aşık olmasını kaldıramadık. Peeta hayranları kızmasın ama baştan beri diyorum olmamış, o role o adam olmamış. Karakterde değil de oyuncuda problem, hala iddia ediyorum seçememişler. Benim en çok sevdiğim karakterlerden,oyunculardan ve İngilizlerden olan Sam Claflin nam-ı diğer Finnick' i az görmekten şikayetçiyim. Arada bir görünüp iki üç cümle söyledi, olmadı. Bir diğer olmamış oyuncu Julianne Moore. Bu filmde karşımıza çıkan 13. Mıntıka başkanı Coin rolüyle kendisini beğenmedim. Ama bu filmde en beğendiğim karakter ve oyuncu bu sene aramızdan ayrılan Philip Seymour Hoffman'dı. Oyunculuğu tartışılmaz elbet ama bir insan bir role bu kadar mı yakışır. İzlerken hüzünlenmemek elde değil. Ara bulucu rolünü başarıyla gerçekleştirmiş.Filmi yine ağır havadan kurtaran yan rollerdeki Haymitch ve Effie karakterlerinin mizah anlayışı oldu. İkisi de az göründüler ama aklıma geldikçe hala gülmeme sebep esprilerin sahibidirler :).

Valla film popüler bir seri olunca soundtrack listesi de son dönemlerin favori isimlerine yer vermekten çekinmemiş.Tabi bunların yanında bazı klasik, rüşdünü ispat etmiş sanatçılar da yok değil. Lorde, Tove Lo, Chvrches, Grace Jones, Stromae, HAIM, Charlie XCX, Bat for Lashes, The Chemical Brothers bu isimlerden bazıları.

Bir de Suzanne Collins'i bir kez daha tebrik etmek gerek. Kadın yazmış. Sembolik isimler, göndermeler falan filan yapmış. İyi ki de yapmış. Saygı duyuyorum. Kültürel araştırmalar dersim için güzel bir kaynak ve örnektir kendisi :).

Fragman


Bu da müzik listesinden en sevdiğim şarkı



Devamını Oku »

14 Aralık 2014 Pazar

Gone Girl - David Fincher (2014)


Bir David Fincher filmi, modern klasik, müthiş bir film. İşte bence aslında Gone Girl'ün özeti. Filmden çıkıp yurduma dönene kadar sürekli sesli olarak veya içimden "Çok iyi ya" demelerim bitmedi. Düşündükçe filmin başka anlamları olduğunu görmek, yeniden keşfetmek etkisini üzerinizden atamamanızın diğer sebepleri. Kitap uyarlaması olan film, kitabı okumasam da film olarak başarılıydı. Fincher'ın sinemaya bakışını, duruşunu görmek ve muhteşem bir konuyla bağdaşması ayrı bir güzellikti. Zaten bilirsiniz ki iyi bir senaryo kötü bir yönetmenin elinde felakete dönüşmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir. En güzel örneklerinden biri çok sevdiğim Harry Potter filmlerinin en vasatlarından olan 5. film "Zümrüdüanka Yoldaşlığı", iyi bir kitabın kötü yorumlanmasına güzel bir örnektir. Ha, bana sorarsanız ben yine Harry Potter der bağrıma basar izlerim.  Aynı zamanda yine aynı seriden 3.film "Azkaban Tutsağı"'da iyi bir uyarlamaya örnektir ki kendisi ödüllü yönetmen Alfonso Cuoron eseridir. Gillian Flynn'in hakkını da yememek lazım. Kitabın yazarı, aynı zamanda senaryolaştıran kişidir de. Böyle bir kitabı da, senaryoyu da ancak zeki bir kadın yazabilirdi. Filmi güzelleştiren o ince detaylar, yüksek dozda sembolizm, ara ara gelen güzel ince espriler, yan anlamlar hep onun eseri. Ben saygı duydum.

Gelelim filmin genel yorumuna. Spoiler vermeden ufaktan anlatmak isterim. Film, ilginç bir monolog ile başlar. Daha ilk sahneden anlatır derdini aslında. Adına da evlilik der. İlk baştan bunun psikolojik şiddet/baskı, modern gerilimin tanımını olduğunun sinyallerini verir. Film sizden hep bir adım öndedir. Bildiğini biliyorum deyip ikinci yarı filmi baştan yazar. Öyle şeyler anlatır ki ağzın açık kalır ama arada gülmeyi de ihmal ettirmez. Fincher'ın o güzel açıları da filmi güzelleştiren diğer bir özellik. Kendisi "The Girl With the Dragon Tattoo" dan sonra yine bir kitap uyarlamasıyla karşımızda. Bildiğiniz üzere kendisi sever zor işleri. Palahniuk uyarlaması "Fight Club"ı hepimiz seviyoruz zaten. Yine en sevdiğim filmlerinden olan "Panic Room" ile bize bir gerilim filminin nasıl olması gerektiğini öğretir. "Seven" ı ilk izlediğim de her ne kadar abartıldığını düşünsem de başarılı bir filmdir. Yine uyarlama "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi" de ortalarında sıkılsam da orijinal konusuyla günlük hayatımızda hala dizi ve filmlere malzeme verir. "Gone Girl"  için bu kadar referans varken, filmin başarısız olması imkânsız. Zaten uyarlama yaparken senaryoyu David Fincher'ın güvenilir ellerine bırakmak yapılacak en doğru şeydir. David Fincher efsane yapsın, alsın çeksin diye kitap yazılır bu saatten sonra :). Genel olarak, Fincher, aslında yönetmenlerin baştan bir sıfır geride başladığı kitap uyarlamalarında, durumu lehine çevirip bir anda bir sıfır önde başlama sebebidir.

Oyunculara gelirsek, Ben Affleck olaylı bir adam zaten. Film çeker Oscar alır, film yazar Oscar alır, film de oynar yine Oscar alır. Kendisi Oscarla baya içli dışlıdır bazı oyuncuların aksine J. Ödüllerden yana şanslıdır. Oyunculuğunu pek beğendiğim söylenemezdi ama bu filmle sempatimi kazandı. Yüz ifadeleri sadece beni değil bütün seyirciyi güldürmeyi başardı. Hala Batman olma konusuna sıcak bakmasam da filmde başarılıydı. Gelelim Rosamund Pike'a. Bu İngiliz hanımı birçok filmden hatırlayabilirsiniz. İtici gibi görünse de oyunculuğu güzeldi (itici dememin sebebi karakterinden dolayı değildir J). Neil Patrick Harris görmek isteyenler biraz hayal kırıklığına uğrayabilirler çünkü kendisi ikinci yarıda ve az biraz görünür. Az göründüğünden midir, rol farklı geldiğinden midir bilmiyorum da kasıntı, tam role girememe bir durumu vardı sanki. Yine de kötü diyemem. Film boyunca bu adamı nerden tanıyorum ya dediğim, aslında Facebook'ta birçok kişinin kapak fotoğrafı olarak görebileceğiniz canımız bağımsız filmlerden "Wristcutters" filmindeki başrol imiş kendisi. Dedektif ve başkarakterimiz Nick Dunne (Ben Affleck)'ın ikizi de güzel yan karakterleri başarıyla yerine getirdi. Ama bu yan rollerde ekstra sempatimi kazanan "Tanner Bolt" karakteriyle Tyler Perry oldu.

Müziğe gelirsek, bence filmi film yapan en önemli özellik/güzelliklerinden biridir. Doğru yerde gerilimi arttıran, sahneyi destekleyen başarılı bir soundtrack olmuş. Bir araba sahnesinde çalan Don't Fear the Reaper- Blue Öyster Cult ü es geçmek olmaz(Dinlemek isteyenler tıktık). Yine film için manidar şarkılardan biri.

Genel fikre gelecek olursak film, sinemada herkeste aynı anda seyirciye aynı tepkiyi verdirtmeyi başardı(en küçük salona koyan Cepa, utan!). Gerilim filmlerini sevenler kaçırmasın. Gerilim dedim diye korku sanılmasın, şahsen ben ne kadar düşkünsem gerilim türüne o kadar uzağımdır korkuya. Bu kadar sebebiniz varken bu filmi es geçmeyin. Tabi ben bu yazıyı hala sinemalardayken yazmıştım ama  eminim izlemeyenlerinizde DVD sürümünü bekliyordur :P. O zaman "common baby, don't fear the reaper" deyip bu yazıyı da bitirelim :).



Fragman




Devamını Oku »

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Nostaljik Filmler vol #2

Ben bu bölümü çok sevdim. Ne varsa eskilerde var :). Bu sefer Some Like It Hot ile onun Türk versiyonu yine sultanımızın oynadığı Fıstik gibi Maşallah var.

Some Like It Hot (1959)


İzlediğim ilk ve şu an için tek Marilyn Monroe filmidir kendisi. Ben daha çok Audrey Hepburncüyümdür. Onu daha güzel ve asil bulurum. Marilyn Monroe da güzel kadın şimdi, filmde de bu güzelliği görmek mümkün. Bir de ünlü yakışıklımız Tony Curtis var. Bu filmde asıl çapkındır ve Sugar karakterine aşık olur ama küçük bir sorun vardır. Tanıştıkları sırada Joe yani Tony Curtis ve arkadaşı Jerry kadın kılığındadır. Tabi bu sırada peşlerinde onları öldürmek isteyen bir mafya da vardır. Yani buyurun şamataya. Bu eğlenceli film siyah beyaz çekilmiş, iki saatlik bir film ama hiç sıkılmıyorsunuz.

Muhtemelen birçok yerde karşılaştığınız o meşhur son.

Nobody's perfect :)



Fıstık Gibi Maşallah (1964)


Yine efsane kadrosu ve Türk yorumuyla az çok aynı olan bu film Some Like It Hot kadar güzel. Ben ilk bu filmi izledim, hatta bir kaç kere. Türkan Şoray, Sadri Alışık ve İzzet Günaylı bu film gerçekten komik. Sadri Alışık' ın oynadığı karakter Fikri orijinalinde de komiktir ama bu filmde karakteri öne çıkaran Sadri Alışık'ın istisnasız güzel oyunculuğudur. Türkan Şoray ve İzzet Günay bi Lütfi Akad klasiği Vesikalı Yarim de yine beraber görmek mümkün. Ama bu filmi izlememiş olanlar bir bakmalı. Yine romantik komedi olan bu film siyah beyaz.

İşte bizdeki son :D Peki şimdi nolacak?







Devamını Oku »

19 Ağustos 2014 Salı

Nostaljik Filmler vol #1

Biraz nostalji yapalım. Ülkecek sevdiğimiz, Yeşilçam'ın dört yapraklı yoncasının ikisinin oynadığı iki nostaljik romantik komedi filmini size önermek isterim. Yıllardan beri en sevdiğim filmlerden olan Tatlı Meleğim' i geçenlerde tekrar izleyince, bir de 60 yapımı "Cici Katibem" in başka yorumu olduğunu öğrenince onu da izleyeyim deyip ona da bayılınca paylaşmak şart oldu. İlk olarak benim ilk göz ağrım Tatlı Meleğim' le başlayayım.

Tatlı Meleğim (1970)




1970 yapımı bu filmde Türkan Şoray'ı herhalde tek çirkin (ne kadar olabilirse) olarak görebileceğimiz bi nevi intikam filmi ki ben bayılırım bu tür hikayelere, bu türde milyon tane film yapsalar izlerim. Bu filmi de az izlemedim doğrusu :). Malum intikam soğuk yenen bir yemektir, burada da Leyla (T.Şoray) iyi daktilo yazabilen ama dış görünüşünden dolayı çapkın patronlar tarafından istenmeyen bir sekreterdir. Ediz Hun nam-ı diğer Murat şirketin sahiplerindendir ve acıdığından kızımızı işe alır. Olaylar da orada başlar, zira Murat'ın üzerine 100 bin lira verseler bile öpmem lafı kendisine pahalıya patlayacaktır. Leyla bu lafı duyunca da tabi üzülür ama zamanını bekler bilmeden. Sonrası da malum. Filmin müzikleri de şahanedir ki zaten benim için önemli bir kıstas. Ediz Hun benim en beğendiğim jöndür. Kendisini bu filmde Hippi olarak görmemiz de mümkün :). Film de tüm sevdiğimiz oyuncular mevcut; Münir Özkul, Suzan Avcı, Süleyman Turan, Leman Akçatepe. Türkan Şoray'ın kıyafetleri ve saçlarının rengi de ayrı güzeldir. Diğer filme göre başrol bir tık daha sert geldi bana. Adeta öncesinde ne kadar kaba olursa sonrasında da bi o kadar dayanılmaz güzelliği olacağının habercisi gibi.

Cici Katibem (1960)





Gelelim ikinci filmimiz Cici Katibem' e. Bu film diğerinin aksine siyah - beyaz. 10 yıl önce çekilmesine rağmen ilkinden altta kalır yanı yok. Yine bir güzelimiz ve jönümüz var, aynı derecede komik. Burada şu ana kadar en tatlı Fatma Girik'i izledim herhalde. Öncesi de sonrası da ayrı bir tatlıydı. Orhan Günşiray'ı daha önce izlemedim herhalde, izlediysem de hatırlamıyorum ama daha da unutmam. Gerçekten yakışıklıymış. O yakışıklılıktan beklenmeyecek mimiklere de sahiptir. Zira filmde epey güldüm. Hikaye az çok aynıdır. Bu filmde ek karakter olarak şirket sahiplerinden Cemil' in (Suphi Kaner) kayınvalidesi de vardır. Rolü Mualla Sürer oynayınca da ayrı bir güzel olmuş. Fatma Girik' in bu kadar komik ve tatlı olabileceğini düşünmemiştim doğrusu, bayıldım. Film de Twist müziği ve dansını görmek mümkün.

Sonuç olarak bu iki güzel Çirkin Betty tarzı filmleri izlerseniz pişman olmazsınız.

Bonus: Tatlı Meleğim' e damgasını vuran müthiş şarkı.

Modern Folk Üçlüsü - Deriko


Devamını Oku »

1 Ağustos 2014 Cuma

Halihazırda devam eden komedi dizileri


Siz de yazı evde geçirenlerdenseniz bu bölüme dikkat! Ezelden beri dediğim, yaa hayat zaten acı bari filmlerde gülelim, mantığıyla ne kadar komedi dizisi varsa çoğuna bakmış, izlemişimdir. Bitmiş dizilere de ayrı bir düşkünlüğüm vardır onlar ayrı bir yazının konusu. Türk dizilerinden başlayayım. Şu aralar kaçırmadan izlediğim iki dizi var üçüncü dizi de arada takip edebildiğim “über komik” dizi ki zaten fanı çok.


Kardeş Payı

İlk olarak şu aralar popüler olan Kardeş Payı’ndan başlayayım. Zaten Ahmet Kural - Murat Cemcir - Selçuk Aydemir dinamik bir grup. Bu üçlüyü ben geç izlemeye başladım. Siz yokken biz vardık takımındaki siz yokken kısmında olanım ama bu diziyi hiç kaçırmadım, severek izliyorum. Yaptıkları hiçbir işte kötü olmuyor. İlk başta izleme sebebim onlar olsa da dizinin yan karakterleri de aldı başını gitti. Emrah, Feyyza, çıraklar, Yiğit ve babası(Sen neymişsin be Ali İhsan), Hamiyet, Şerif, Oğuzhan ve Sezai’nin dişleri (ıyyy) diziyi dizi yapan asıl karakterler olup çıktılar. İnce espriler, A.Kural’ın mimikleri, dans gösterileri, şarkılar, türküler hepsi var. Size favori sahnemi paylaşayım, ben hala açar arada gülerim.

Ali : Haydar haydarmış ya lan, sabahtan beri yanlış şarkıya girmeye çalışıyom.


Bonus: Eda - Metin - Emrah aşk üçlüsü J



Bir Kadın Bir Erkek




Dizi aslında bitse de Demet Evgar’ın Twitter hesabından bize güzel haberi vermesiyle oynaya oynaya bu diziyi bu kategoriye alıyoruz. Dizi yabancı format zaten başarısı bilmem kaç ülkede kanıtlanmış. Ama bizim ülkedeki başarısı kesinlikle bu güzel, süper yetenekli iki oyuncunun sayesindedir. Demet Evgar ve Emre Karayel. Sadece onların yüzünü gördüğümüz için mimikler ses tonu hareketler hepsi ayrı önem kazanıyor haliyle bu iki oyuncu çok önemli. 


Zeynep karakteri Demet Evgar(sizce de Emily Blunt’la çok benzeşmiyorlar mı?) için biçilmiş kaftan resmen. Onun kıskançlığı, elinden düşürmediği kitapları, annesi, arkadaşları, aşkı her şeyiyle öyle güzel uyum içindeki bir an bile yadırgamazsınız. 



Emre Karayel tipik bir erkek özelliklerini taşıyan Ozan karakterini canlandırıyor. Her ne kadar ben Zeynep’in dediği kadar -hadi o kelimeleri kullanmayalım da- ağaç gövdesinden yapılma veya güzide bir hayvanımız kadar olmasa da onun da maç varken veya oyun oynarken insanlıktan çıktığı olmuyor değil. O da Fenerbahçe aşkı, Zeynep’ e olan zaafı, Zeynep’in annesine olan sevgisi(!), işi ile gönlümüze taht kurmuştur. İkisinin uyumu tartışılmaz zaten. Kavga da etseler, mutlu da olsalar her daim komikler. Bir an bile gülmeden duramazsınız.

Yalan Dünya


Gülse Birsel’in mizah anlayışını, kalemini seviyorum. Karakterleri de her zaman insanların hafızasında yer eden, eğlenceli kişilikler. Her ne kadar Avrupa Yakası’nın yeri ayrı olsa da bu dizi sırf Füsun Demirel ve Hasibe Eren, nam-ı diğer Sıdıka ve Safiye Saka, onları yeniden anne-kız olarak görmek için bile izlenir. Tabi ki Antakyalı Altan Erkekli ( her ne kadar dilini ağır bulsam da), ve Gönül Ülkü için de. Diğer karakterlerin zaten kendi içinde hayran kitlesi var. Ayrı ayrı anlatmayacağım. Düzenli olarak izlemiyorum ama arada denk gelince de fena olmuyor.

Gelelim yabancı dizilere :

Modern Family





İşte tam yaz dizisi. Sırf yazın izleyeyim diye son sezonunu izlemediğim, içinde bir tane bile sevmediğim karakter olmayan nadir dizilerden. Zaten ilk sezondan hatta bölümden sonra bağımlısı olacaksınız. Bu neşeli ve birbirine bağlı modern aileyi siz de çok seveceksiniz. Tek tek sevdiğim karakterleri yazamayacağım çünkü ana karakterlerin hepsini seviyorum, birini diğerinden ayırt edemiyorum. O yüzden arada bir görünüp kaybolan bazı yan rollerden favorilerimi söyleyeyim. Dylan var saf mı salak mı anlayamadığım, Sal var gay çiftimizin kankası, Javier Delgado, Gil Thorpe.. Gördüğünüz gibi yan rollerinde bile seçim yapamıyorum öyle güzel dizi <3.

Parks and Recreation



İşte çalışkan ama takıntılı, sevimli ama rahatsız edici derecede arkadaşlarına düşkün, Pawnee ve waffle sevdalısı muhteşem kadın Leslie Knope. Bu kadını sevmemek imkansız. Dizi de zaten aşırı komik. Ron Swanson, kendi başına dizi yapabilecek bir abimiz. Ona bayılıyorum. Hele bir de Aubrey Plaza  ve Rashida Jones ( diziden ayrılmış olsa da L)var ki  dizide tadından yenmiyor. Chris (o da gitti) ve Andy de en çok güldüklerimden. The Office izleyip sevenler bu diziyi de seveceklerdir( sadece ilk bölümünü izleyip bırakmıştım, belki bir gün yeniden). Formatı da aynı zaten yaratıcılarından biri The Office’in yazarlarından Greg Daniels. 

New Girl




Güzel gözlü, dalgalı saçlı, duru tenli canımız Zooey Deschanel dizi yapar da izlenmez mi? Tabi ki izlenir hele ki ilk bölümü o kadar güzel olur ki sayısız kez izlenir, en azından ben J. Kızımız üç ev arkadaşının dördüncüyü almaya niyetlenip internete ilan vermeleri üzerine, Schmidt (ki kendisi efsanedir) tarafından yazılan ilanı kızlar topluluğu sanıp evi görmeye gelir, erkek olduğunu görünce de vazgeçmez. Sevgilisinden yeni ayrılmış, aldatılmış(işte bunlar hep days of summer, Tom laneti) bu güzel arkadaş topluluğuyla kalmak ister. Velhasıl kabul edilir. İşte komedi de orada başlar. Her ne kadar son sezonu diğerlerine göre vasat bulsam da, yine de kötü değil,eğlenceli bir dizidir. Sırf o güzel apartman dairesi için izlenir <3

Not: Neden artık Jess'i olur olmaz yerde şarkı söyletmekten vazgeçirdiler ki, başlı başına diziyi sevme nedenidir.

Baby Daddy




Bileniniz var mı bilmem, Üç adam bir bebek serisi vardı hani Polis Akademisi’nin Mahoney’i Steve Guttenberg, Tom Selleck ve Ted Danson’ın oynadığı, evet evet o şeker film. İşte onun modern versiyonu. Tabi farklılıklar yok değil. Dizinin en önemli artısı herhalde iki kardeşimiz Ben ve Dan’in anneleri Bonnie Wheeler’dır. Şahsen en çok ona gülüyorum. Tucker, Ben’in ev arkadaşı ve Riley, Dan’in kankası ( umarım en yakında sevgilisi deriz), ile de dizi iyice şenleniyor. Eğer izlemediyseniz yine bu yaz eğlenerek izleyeceğiniz güzel bir dizi.


2 Broke Girls



Güzeller güzeli, bağımsız filmlerin prensesi  Kat Dennings ve şimdiden en iyi komedi oyuncuları arasında yerini alması gereken Beth Behrs’ in yollarının kesiştiği komedi dizisi. Hem de o kadar güzel cupcake yapıyorlar ki izlemek o kadar da kolay olmuyor. Ama o gösterdikleri cupcakeler kadar güze olanl bir dizi bu. Yan rollerdeki Sophie, Oleg, Han Lee, Earl de dizinin diğer güzel yanları. Sophie’yi Jennifer Coolidge canlandırıyor, başkası oynasa bu kadar sever miydik bilmiyorum. Ve bu dizideki evcil hayvanımız Chesnut, kendisi at olur efendim. Evet evet at yanlış okumadınız, izleyince nasıl beslenirmiş öğreneceksiniz. 

Bonus: Bu iki güzel kızımız People’s Choice Awards 2014 sunmuşlardır. Beth Behrs’in komedi oyunculuğunun ne kadar iyi olduğunun başka bir kanıtıdır. O mimikler, hareketler. Bu kıza dikkat!



The Big Bang Theory




Diziyi izlemeyen, izleyip de beğenmeyen yok zaten.  Ben her klasik dizi fanı gibi bu dizinin hastasıyım.  O yüzden sadece birkaç video paylaşıp bu yazıyı kapatacağım. Yüzünüzden gülücükler eksik olmasın, esen kalın efendim J

Gençler bilmelisiniz ki Aquaman sucks!



Soft Kitty olsun Smelly Cat bunlar hep yiğidin kamçısı.



Bazinga !




Devamını Oku »

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Before Serisi (Seri Filmler #1)

 (az çok spoiler içerir ^^)

Bu filmleri izlemekte neden geç kaldım bilmiyorum, puanları yüksek, kötü yorum yok falan filan derken 3 gün art arda izleyivermişim tüm seriyi. Zaten çoğu yerde görmüş okumuşsunuzdur ama benim favorilerimden tam da mevsiminden olduğundan bu blogda olmazsa olmazdı.

Before Sunrise (1995)



Serinin ilk filmi,tanışırlar görüşürler sözleşirler falan. Ethan Hawke ile Julie Delpy henüz gençliklerinin baharındayken bir delilik yapıp (bence öyle tanımadığın insanla sen kalk Viyana sokaklarında gez, hırlısı var hırsızı var, sapığı var neyse) trende oturup 15 dk konuştuktan sonra tüm gün gezerler, süre de adından anlaşılacağı gibi güneş doğmadan önceye kadar. Ve Viyana bu iki gence mekan olur ve biz onların spontane gelişen konuşmalarını dinleriz. Sıkıcı gibi görünse de bu güzel çiftin diyalogları sizi alıp götürecek zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Serideki ikinci favori filmim olur J

Before Sunset (2004)


İşte benim favorim. İlk tanışmanın verdiği acemilik, birbirini hiç bilmemezlik yok ya da tam tersi. Biraz pişmanlık filmi aslında. Sevgili Lütfi Akad' ın "Vesikalı Yarim" filminin unutulmaz repliği “Çok önceden rastlaşacaktık” bu film için bence uygun. Neden, ee bunlar zaten tanışıyor, sonu da mutsuz değil derseniz aradan 9 yıl geçmiştir. Zaman durmaz akar, gençlik. Ethan Hawke abimiz de boş durmamış evlenip çoluk çocuğa karışmıştır. Zaten diyaloglarda da demiştir kendisi “neden gelmedin neden gelmedin yarim yarim diye.”(bakınız abartılı çeviri :P) En çok alıntıda bu filmden olur bence. Bu filmlerde önemli olan sonunu öğrenmek değil, bize, bu iki gencin hayatından bir iki saat içinde sunulan güzel diyaloglarıdır. O yüzden sonunu öğrenince üzülüp filmdeki asıl meseleyi kaçırmayın ;).Bir de bu filmin bonusu vardır ki ayrıca bunun için sevilir. Julie Delpy’ nin Little Jesse için yazdığı o güzel vals.

Bonus I :



 Bonus II : Son sahne



Céline : Baby, you're gonna miss that plane

Ve Jesse'den ibretlik cevap

Jesse : I know :)














Before Midnight (2013)


Vee mutlu son. Hayır hayır geriye sar. Evlenince film bitmez aksine asıl hikaye o zaman başlar diye bir yerde görmüştüm (Bu arada kim demişse güzel demiş, ağzına sağlık). Daha uygun bir durum yok. Burada da evlenince hikaye bitmiyor başka bir hikaye başlıyor. Ve bu filmde bütün diyaloglar mutlu, tamamen özgür veya hayalsi değil. Bu filmde gerçek hayat var. Çocuklar, sorunlar, içe atılmışlıklar, küçük mutsuzluklar var. Ki zaten aksini gösterse bu kadar etkili olmazdı nitekim bu film gerçeğe bir o kadar yakın. Bir ara filmde kendimi onların çocuğu gibi hissedip onlar kavga edince gerilsem de J bu film(ler) size o aile sıcaklığını veriyor. 



Not : Her ne kadar alıntı yapmak istesem de paylaşmayacağım zaten her bi şeyini söyledim asıl mesele o dedim tadını iyice kaçırmayayım :D 


Devamını Oku »

27 Temmuz 2014 Pazar

Tim Burton Sevmek

Henüz genç iken :)

Favori yönetmenlerimden olan bu güzel adamı yazmasam olmaz. Hem filmlerindeki o fantastik, gotik havasını ve anormalliğini kim sevmez ki.  Johnny Depp’le kanka, Helene Bonham Carter’la evli(idi) olması da bizim için ayrı güzellikler tabiJ.Tüm filmleri olmasa da çoğu filmlerini izlemiş bulunmaktayım.  Size de sondan başa doğru kısa (!) bir liste yaptım.

Frankenweenie


Şu üç boyutlu film izleyen ailenin şekerliğine bakar mısınız :)

Siyah beyaz animasyon şeklinde çekilen ve baş karakterin sevimli köpecik ve onu çok seven sahibini konu alan film tabi ki Frankenstein' dan esinleniliyor adından da anlaşılacağı gibi. Favori karakterim Weird Girl olabilir ve tabiî ki kedisi :D

                         İkinci favorim Edgar 'E' Gore.
Bonus: O filmin sonundaki kulaklarınızı şenlendirecek şarkı.



Dark Shadows




Duygusal vampirimiz Johnny Depp olunca sevmemek olmaz. Muhteşem soundtracki ve efsane oyuncuları bir araya toplamasıyla da gönlümüze taht kurmuştur. Favori karakterim de (her ne kadar J. D varken başkasını seçmem zor olsa da) yine de Johnny Depp'in oynadığı Barnabas CollinsJ.

Şu ailenin sevimliliğine (!) bakar mısınız

Alice Harikalar Diyarında



Diğer filmlere göre biraz sıkıcı bulsam da Burton'dır deyip alır başımın üstüne koyarım ki zaten başta Oscar ve Bafta olmak üzere bir çok ödül almıştır en iyi kostüm ,en iyi sanat yönetmeni dalında. Yani film ödüllü bir görsel şölen. İzleyince o “ follow the white rabbit” dünyasına hayran kalmamak elde değil (Donnie’ ye selam olsun) Favori karakterim muhteşem cümlelerin sahibi şapkacı ve şansa bak ki yine Johnny Depp oynamış.

Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytani Berberi


T.Burton dünyasında başka türlü güneşlenemezsiniz tabii

İşte bu Tim ‘i Tim Burton yapan filmlerden. Orijinal konusu, Johnny- Helena demirbaşının yanı sıra Alan Rickman ve Sasha Baron Cohen ile tadından yenmeyen bu film gayet başarılı. Favori karakterim, her ne kadar gönlüm Johnny dese de, Alan Rickman' ın canlandırdığı Judge Turpin. Onun karşısında boynumuz kıldan ince.

Ölü Gelin


Dancing with myself

Bu mavi saçlı hüzünlü gelinimizin olduğu animasyon filmini kim sevmez ki L Hem de o değil midir  “Evet bir ölüyüm fakat hala dökecek gözyaşım var “ deyip bizi buhranlardan buhranlara sürükleyen, yüreğimizi yakan. Yok, daha fazla devam edemiyyciğim.

Büyük Balık


Sarı sarı kimin yarı en güzeli benim sarı alternatif klip

Ewan McGregor (nam-ı diğer Obi -wan Kenobi, may the force be with you, genç) abimizin oradan oraya çekirge misali sıçradığı, imdb yüksek puanlı klasikleşmiş T.B filmi. Yine güzel oyuncular, muhteşem replikler. Tim Burton abimiz yapmış yapacağını.

Hayalet Süvari

Tatlı gotik sevimli bir suç polisiye fantastik gerilim filmi. 18. yüzyılın bitip 19. yüzyıldan gün aldığı bir zamanda adli tıp ile ilgilenen Ichabod Crane suçluyu cezalandırmadan önce yenilikçi yöntemlerini şehirde kabul ettiremeyince Sleepy Hollow'a gönderilir. Orada kendi yöntemleriyle cinayetleri aydınlatacak ve aşkı bulacaktır. Komedi ile harmanlamış güzel bir Depp Burton işbirliği, kaçırmayın!

Ed Wood 

Burton'ın en başarılı filmlerinden biri. 50'li yılların Hollywood'unda başarısız bir yönetmenin trajikomik hikayesini izlediğimiz bu filmde o zamanlara gidip Ed ile beraber biz de siyah beyaz film çekeriz. Orson Welles hayranı ve onun gibi senarist, yapımcı ve yönetmen Ed Wood bütçe sıkıntısına rağmen hayallerinden vazgeçmez. Başarılı oyunculuklarla öne çıkan bu biyografi hem güldürüp hem hüzünlendirenlerden. Unutulmaya yüz tutmuş eski bir Hollywood yıldızının Hollywood için yaptığı şu yorum ise bu dünyayı bir cümlede güzel özetler. Bu filmi Burton sevmeseniz bile kaçırmayın.

"Bu meslek, bu kasaba seni çiğneyip sonra da tükürür."

Makas Eller



Ve yine yüreğimizi dağlayan bir film. Bu filmde zavallı Johnny'' nin, Winona aşkına çekmediği dertle çile kalmamıştır (Adını dağlara yazdım yarim, koluma dövme yaptırdım). En sonunda da... Hayır, bu ciddi bir öneri blogudur, okuyucuyu merak ettirir ve ona sonunu söylemez. Favorimi sormadınız herhalde, çekmediğim dert çile kalmadı - Johnny varken istesem de başkasını seçemem.

Bonus: O meşhur diyalog

Kim: Hold me.

Edward: I can't. (Adını dağlara yaz... Tamam tamam sustum.)

Beetlejuice 



Miley Cyrus' tan önce de klasik olan, bilinen bir Tim B. filmi. Eğlencelidir, içinizde üç kere Beetlejuice deme isteği uyandırır..İzlenmediyse hemen izlenmeli, Alec Baldwin’in gençliğinden ve yakışıklılığından yararlanılmalıdır.

Benim izlediğim T.Burton filmleri şimdilik bu kadar. Her ne kadar bazı temel taşlar eksik olsa da (nerde Batman, Ed Wood, Maymunlar Cehennemi dediğinizi duyar gibiyim) bunlar TB sevmeme yeter de artar bile. Hala izlemediyseniz hemen izlemenizi önereceğim nadir yönetmenlerdendir(o kadar sever,değer veririm ki sırf ilk onun Batman'ininden başlayayım diye diğer favori yönetmenim C .Nolan Batman'ine bakamamışımdır)

Bonus: Vincent kısa filmi, sevilir.




Devamını Oku »