İzlenilesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İzlenilesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2017 Pazar

Atıştırmalık #20 (Komik Bir Hikaye, Transcendence, Tree of Life)

Ben atıştırmaya devam :). Bakalım sizler neler atıştırıyorsunuz? Bu filmleri izleyip kitabı okudunuz mu? Ya da bu aralar neler izleyip okuyorsunuz? Yorumlarınızı merakla bekliyorum :).

Komik Bir Hikaye - Ned Vizzini



Yazın rahat kolay okunacak kitaplar listesinde aldığım kitaplardan biri. Filmini ortalama bulduğum bu kitabın kendisini de ortalama buldum. 15 yaşında depresyona giren bir çocuğun yaşadığı sıkıntıları onun ağzında bu konuma nasıl geldiğini ve intihar düşüncesine nasıl takılıp kendi rızasıyla hastaneye yatışını okuyoruz. Craig depresyonda ve ciddi derecede bu yaşamını etkiliyor. Uzun paragraflarla bunu anlatmasında onun neler hissettiğini ve nasıl buraya geldiğini çok iyi anlatmış yazar. (Spoiler başladı) Sonundaki yapay mutluluk ya da umut bana pek inandırıcı gelmedi çünkü diyaloglar baştaki anlatımın aksine oldukça didaktik ve yapaydı. Sonu iyi gibi görünse de karakterinde dediği gibi yaşam bu ne olacağını bilemiyoruz ancak tahmin ederiz. Yine de umutlu bir sonla bitmesi beni sevindirdi.

Öğrendim ki yazar ağır depresyon geçirmiş ve yaşamına son vermiş. Craig'in anlatımındaki bu gerçekçilik buradan geliyor sanırım. Bunu okuduğumda çok üzüldüm ve kitaptaki olumlu sonun yazarda görülmemesi beni çok üzdü. (Spoiler Bitti)

Kitapta çeviri ve isim hataları var. Johnny bir anda Tommy oldu mesela. Onun dışında çeviri tam anlamı karşılamıyor ve kitapta o orijinal addaki (It's Kind of a Funny Story) tadı hissetsek de kitaptaki o komik durumu hissedemedim. Bir çeviride Komik Bir Hikaye diye çevrilince olmamış sanki çünkü komik bir hikaye ile alakası yok. O orijinal adı gibi bir durum var. Hatta ben o kadar bile komik bulmadım, hiç bulmadım. Filmi izlediğim için ne olduğunu biliyordum şaşırmadım ama söylemek istedim :).

Transcendence - Wally Pfister (2014)



Yok ya olmamış. Ortalamanın biraz altı bilim kurgu. Sanki filmi yazanın aklına bir fikir gelmiş (ama dünyanın en orijinal fikri de değil) ve olduğu gibi çekmiş. Ne bir kurgu ne güçlü bir hikaye, yok. Şaşırtmadı ya da güzel dedirtmedi. Öylesine bir film olmuş. Vermek istediği mesajı da öyle alelade vermiş. Başarılı bulmadım, üzgünüm Johnny Depp ama olmamış. Senin suçun yok gerçi de yani niye seçtinse oynamayı daha doğrusu ses dublajını bilemedim. Çok yüzeysel bir film. Konusu da şu; bir çift var kendini bilime, teknolojiye adamış bir de onları engellemeye çalışan bir grup. Yan karakterlerin sadece adı geçiyor hiçbir katkıları yok. Filmde karakterler sanki gruplara ayrılmış ve her grubu göstermelik bir kişi temsil ediyor. Karakter yazımı da sıfır. Galiba kötüydü ya, içimden gelmiyordu kötü demek ama yok yani olmamış.

Tree of Life - Terrence Malick (2011)



Yine izlemekte geç kalınmış bir film. Deneysel bir drama ve bayıldım. Çok güzel olmuş. Kullandığı çekim teknikleri, müziğiyle birleşince daha da etkileyici olmuş. Bana çokça Kubrick'in 2001: A Space Odyssey'ini anımsattı. İşte o karakterin iç çatışmaları, hayatın anlamı, hayatın kendisi, doğa, inanç, elementler her şeyi her şeyi düşündürttü. Çok katmanlı bir film. Bir kere daha izlesem başka bir şeyler çıkarırım herhalde ama yakın zamanda izlemem çünkü çok etkiledi beni. Kısaca sinemayı sevenler hemen izleyin. Bu arada gönül isterdi ki uzun uzun yazayım ama şu an kendimde o gücü hissetmiyorum. Bir gün belki lakin hemen izleyin.
Devamını Oku »

15 Temmuz 2017 Cumartesi

The IT Crowd (2006 - 2013)


The IT Crowd'u sevgili Sibelynka'nın blogunda görüp yazısını okuyunca tam benlik dizi deyip çeşitli sebeplerden ötürü geç başladığım ama bir çırpıda bitirdiğim bu dizi en sevdiklerimde yerini aldı bile :).

Komedi türünde geek tayfasından eğlenceli mini bir dizi. Dizi 2010'da bitmiş, 5. sezon kararlaştırılmasına rağmen dizi devam etmeyip 45 dakikalık bir bölümle üç yıl aradan sonra özel bölüm yayınlanmış. Amerikan versiyonu için Moss karakterini oynayan Richard Ayoade de o dizinin kadrosundaymış ama senaryo yazıldığı, reklamları yapıldığı halde bu dizi tutmaz diye zamanın NBC başkanı tarafından yayınlanmamış bir dizi. Bir şirketin unutulan bir katında sadece ihtiyaç olununca aranan IT (Bilgi Teknolojileri) departmanının başlı başına komik iki geek çalışanının yanına iletişim müdürü atanınca ortaya nefis bir ofis komedisi çıkmış.

Bayıldım. Zaman geçmesine rağmen hala repliklerinin kullanıldığı unutulmaz bir İngiliz dizisi olmasından belli zaten. Karakterler abartılı, dizi genelde abartılı ama iki bölüm sonra hemen ısınıyorsunuz (zaten onun da bir amacı var aslında bakarsak :)). İlk başlarda pek ısınamadığım Reynholmları bile iki bölüm sonra sevmeye başladım.


Minimalist, dekoru ve kostümü de başarılı güzel bir dizi. Benim gibi geek tayfa dizilerini seviyorsanız bu diziyi de çok seveceksiniz. Roy'un her bölüm mesajlı resimli tişörtleri beni benden aldı. Oynayan Chris O'Down ise kalbimi çoktan kazandı :). Moss'u oynayan en sevdiğim filmlerden "Submarine"'nin yönetmeni Richard Ayoade bu karakterle beni oldukça güldürdü, kendisi filmiyle zaten kalbimdeydi bu karakterle yeri büyüdü. Saçları zaten olay :). Jen karakteri ise güzelliğinin arkasına sığınmayıp iyi bir komedyen olarak karşımıza çıkan Katherine Parkinson ile hayat bulurken yine dizinin vazgeçilmez bir karakteri.



Tanıtımı ve müziği de çok ama çok iyi. Aralarında en çok Moss benziyor saçlarıyla gördünüz mü direkt tanıyorsunuz ve Roy'da yine manalı tişörtü, düşük omzu ve kıvırcık saçlarıyla tanınırken, Jen takım elbisesi ve kızıl saçlarıyla dizinin genel temasına uygun güzel bir müzik de ekleyerek hoş bir tanıtım yapmışlar. Sadece her bölüm başında oynatılan tanıtımında değil tüm dizi boyunca karakterlerinin benzer kıyafetlerini taşıyorlar (bknz:üstteki resim:)).

Tabi dizimiz bu üç karakter üzerinde yoğunlaşsa da bir de Reynholmlar var. Şirketin sahibi baba Denholm Reynholm'un (Christopher Morris) ölmesi ve yerine oğul Douglas Reynholm'un (Matt Berry) gelmesiyle dizi yeni absürt bir başka karaktere ev sahipliği yapıyor. Başlarda antipatik gelen bu karakterler zamanla sizi güldüren karakterlerin yanında yerini alıyor. Sanırım baba Reynholm'dan daha çok da rolü oluyor ilerleyen bölümlerde oğul Dougles'ın.



Bir diğer yan karakterimiz yıllar sonra keşfedilen departmanın bir diğer elemanı gotik Richmond'u canlandıran beni geldiği her sahnede güldüren Noel Fielding ile kadro tamamlanır. Unutulan departmanın unutulan elemanı dizide müthiş bir tat. Yalnız o bölümde bir kapıdan çıkan Richmond'un bir başka kapı gösterilip kapının gizemini koruması beni meraklandırdı, keşke o kapı da açılsaydı :).

Dizinin üç yıl sonra çekilen bölümünde herkes değişmiş ama Chris O'Dowd baya yıllanmış :). Yaşlanmış dersem çarpılırım, karizma olmuş. O geek kimliğe sığmamış taşmış :). Zaten İngiltere'den çıkıp en çok adını duyuran isimlerden biri de o. İlk bölümlerde daha çok geek olarak rol verilse de daha sonraları o rolünün birazını Moss'a devrederek daha çok sürekli sevgilisi olan ama aradığı mutluluğu bulamayan durumu ile beni şaşırtsa da bu duruma adapte oldum. Başta Moss ve Roy daha benzerken ilerleyen bölümlerde Roy aradığı aşkı bulamayan romantik daha az absürt bir geeke dönüştü. Başta ikisi de absürt yalnız kendi hallerinde geeklerdi :).



Dizinin en güzel yanı bu stereotip ve klişe gibi duran karakterlere rağmen sözünü esirgememesi ve dönemin yeniliklerine ya da gündemine getirdiği eleştirileri mizahla anlatması diziyi başka bir boyuta taşımış. Zaman zaman sosyal medya, zaman zaman kapitalizm ile mekanı itibariyle ofis ortamını ve şirket çalışanlarını başladığı andan itibaren tiye alan bu dizinin en çok mizahını yaptığı şey tabi ki Londra yani İngiltere idi. Bu da dizinin bir diğer güzel yanlarından biri.

4 sezonu 6 bölümden oluşan ve 5. sezonda 45 dakikalık bölüm ile kapanışı yapan bu ekip umarım ilerde yeniden bir reunion yapar ve bize yeni güzel bölümler sunar çünkü benim ara ara açıp izleyeceğim ve güleceğim bir dizi oldu. Kaliteli, eğlenceli ve çok da uzun sürmeyen bir dizi arıyorsanız bu diziyi kesinlikle izleyin. Hala güncelliğini koruyan konularla mizahını yapması yeni izleyenler için pek de yabancı olmayacaktır.



Devamını Oku »

13 Temmuz 2017 Perşembe

Atıştırmalık #19 (Copia Conforme, Sihirbazlar Çetesi 2, Lolito)

Bugün bir hata, normalde yapmayacağım bir şey yaptım ve bir kez daha öğrendim ki yazılı kaynaktan teyit etmediğin sürece bir şey paylaşırken ne kadar araştırırsan araştır iki kez düşün. Çevirmenlik gibi yani kelimenin anlamını bilmiyorsan bir; biliyorsan iki kez kontrol et :). Bu da bugünün dersi oldu.

Copia Conforme - Abbas Kiarostami (2010)




İlk izlediğim Kiarostami, izlemekte geç kaldığım bir yönetmen biliyorum :). Juilette Binoche'yi "Mavi" filminde izlediğimden beri hayranım. Müthiş bir oyuncu, bu filmde de duyguları o kadar güzel geçirdi ki bir kez daha hayran oldum. Bazı insanlar oyuncu olmak için doğmuş ve kime sorsam herhalde Binoche için aynı şeyi söyler. Aklıma Stewart ile başrol oynadığı gelince arada kalbim parçalansa da kendisini çok seviyorum <3.

Bu filmde de gerçek algım alt üst oldu ki sanırım yönetmenin istediği de buydu. Filmde kitabının tanıtımı için gelen karizmatik yazarımızı Toscana'da gezintiye çıkaran Elle'nin bir gününü izliyoruz, İtalya'nın  güzel manzarası eşliğinde.

Sihirbazlar Çetesi 2 - Jon M. Chu (2016)




İlkini sevdiğim bir filmdi. Nedense bu tarz filmler tahmin edilebilir olsa da konusu bakımından beni çeker. Bu film de eğlenceli ve güzeldi o yüzden bana göre :). Ekibimiz yine iş başında ama bu sefer rakipleri var :). İşleri pek kolay değil ama bakalım atlılarımız alınlarının akıyla bu işin altından da kalkacak mı?

Lolito - Ben Brooks




Kitap Lolita kitabının parodisi sanırım o kitabı okumadım ama adı bunu düşündürttü. 15 yaşındaki bir çocuğun sevgilisinden ayrılması sonucu, sanal chat üzerinden tanıştığı kendinden büyük yetişkin bir kadınla girdiği ilişkiyi anlatıyor. Vadettiği kadar gülmedim ya da eğlenmedim ve kitabı bitirdiğimde ee mesaj neydi diye düşündüm ve bulamadım. Belki kaçırdığım bir şey vardı bilmiyorum, okuyanınız varsa yorumunu benimle paylaşırsa sevinirim. Yazın hafif bir şeyler okumak için aldım, gerçekten hafif bir kitaptı ama çok beğenecek kadar eğlendirmedi.

Kurt Vonnegut son zamanlarda çok gördüğüm bir yazardı ve bu kitapta da ismi geçiyordu. Merakım daha da arttı ve sipariş ettim. Bugün geldi, hatta balkabağına dönüşmeden Instagram'dan kargo açma hikayelerimi izleyebilirsiniz :).

Son zamanlarda sizler neler atıştırdınız? Yorumlarınızı merakla bekliyorum :).
Devamını Oku »

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Taika Waititi Sevmek


Merhabalar, nasılsınız? Xavier Dolan'dan beri sevmek yazılarında yönetmenlerden bahsetmiyordum ama son zamanlar keşfettiğim yönetmen Waititi ile sevmek yazılarına yönetmenlerle geri dönüyorum :). Bir filmi çok seversem tüm filmlerin izleme eğilimim olduğundan dikkatimi çeken yönetmenlerin sinemalarına ağırlık veriyorum ve son zamanlarda Waititi bunların başında geliyor. "Hunt for the Wilder People" filmi ile başlayan bu serüven "Eagle and Shark" filmini izlemem ile yönetmenin dikkatimi çekmesi uzun sürmedi. Daha sonra art arda tüm filmlerini izlediğim yönetmen kısa zamanda favori yönetmenler listeme girdi bile :).


Çok sevdiğim bir tür olan komedi de alışılmışın dışında karakterlerle ve hikayeleriyle, sinemaya bakışı ve tüm filmlerinde görülen kendine has dokunuşlarıyla Waititi kendi sinema dilini oluşturan bir yönetmen. İzlediğiniz de yönetmeni bilmeseniz bile aynı elden çıktığını anlayacağınız küçük doneleriyle güzel filmler üreten Yeni Zelandalı kendine has bu yönetmenin filmleri gerçekten sizi kendine bağlıyor.

Kara komedi, absürt komedi türlerini zaten ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz. İlk filmini izleyip de Kenneth Branagh olmasına rağmen pek de sevmediğim Thor filminin üçüncü filmini çekmesi ise seriye tekrardan dönüş yapmama sebep olacak kişidir. Kendisinin Taika-esque olacağını da belirtmesi ki bu da kısaca izlemek istememe sebep olacak şey, yine filmi merakla beklememe sebep oldu :). Sevdiğim türlerde yaptığı filmlerle de beni kendine çeken yönetmeni sevmemin altı nedenini sıralayacağım. Eğer hala izlemediyseniz bu maddelerden sonra yönetmenin filmlerine bir şans verin derim :).



Filmlerde müziğin önemi benim için büyüktür, yönetmenin bu konuda oldukça başarılı olduğunu söyleyebilir, hatta bunu size gösterebilirim. Her maddenin sonunda keşif yapmamı sağladığı güzel şarkılar bulacaksınız, film bilgileriyle :). Waititi'nin filme koyduğu müziklerde kazanan açık ara The Phoenix Foundation grubu ve üyelerinden Luke Buda olduğunu söyleyeyim :).

1. Mizah anlayışı


Kara komedi, absürt komedi, parodi filmlerinde var ve bu nedenle özellikle benim için filmlerini çok komik yapıyor :). Gülmediğim filmi yok, dram olsa bile.  Özellikle en sevdiğim filmi olma özelliği taşıyan "What Do We Do in the Shadows" ile baştan sona kahkaha dolu bir film yapmıştır, arkadaşı ve "Eagle vs Shark" filminde de başrolü oynayan güzel oyuncu memleketlisi "Flight of the Conchords"'tan tanıdığımız Jemaine Clement ile. Senaryoyu da beraber yazmışlardır ki ortaya çok güzel bir sonuç çıkmış :).

The Phoenix Foundation - Apples and Tangerines (Eagle vs Shark 2017)


2. Yeni Zelanda'nın güzel doğası


Yeni Zelandalı yönetmenin çekimlerini bu ülkede yaptığı filmlerde özellikle son filminde Yeni Zelanda'ya gitme isteğiniz artacak, aklınızda olmasa bile :). Doğasının güzel bir resmini gördüğümüz filmleri ve güzel çekimleri filmlerini daha da güzel kılıyor. "Hunt For The Wilder People", "Boy" manzarada doruk noktasına ulaştığımız filmlerdir herhalde :).

DD Smash - Magic (Hunt For The Wilder People 2016) Bu şarkıyı J. Dennison'nın dansıyla bir de dinleyin :).


3. Stereotiplerden uzak karakterleri


Karakterler genelde şahsına münhasır :). Bu filmleri hem eğlenceli hem de daha özgün kılıyor. "Eagle vs Shark" olsun, "Hunt for the Wilder People" olsun, "Boy" olsun ya da WDWDITS hepsi alışılmışın dışında daha doğrusu ekranda görmeye alışık olmadığımız karakterler, işte filmlerini daha öznel kılan unsurlardan biri.

Norma Tanega - You're Dead (What Do We Do In The Shadows 2016)


4. Soundtrackleri ve Danslar


Her filmde bir iki şarkı garanti keşfedersiniz. Filmlerinde müzikleri kullanmayı seven ve bunu çok iyi yapan yönetmenlerden. Seçimleriyle bizi mutlu eden yönetmen ayrıca dans sahnelerini de ihmal etmiyor :). Bu dans sahnelerinden en sevdiğim "Boy" filminin sonunda MJ - Thriller ve Maori dilinde olan ve dinledikten sonra çok sevdiğim "Poi E" şarkısının klibi ve film ekibiyle yapılan koreografidir herhalde. Bu kadar güzel harmanlanmış dans sahnesi zor bulunur :).

Tabi sadece Thor'da değil tüm filmlerinde dans sahneleri var. Yeni filminde de "Thor"'u Loki ile dans ederken görürseniz şaşırmayın :). Ki zaten klip tadında fragmanını izlediyseniz bir ipucu da verildi bize :). Ben bir dans sahnesi bekliyorum :).

Benim "Boy" filminden sonra keşfettiğim Yeni Zelanda'nın yerlileri Maorilerin kendi dillerinde yaptıkları bu şarkının, bağımlısı olacaksınız.

Patea Maori Club - Poi E (Boy 2010)


5. Olaylara farklı bakış açısı sunan hikayeleri


Vampir parodisi, büyüme hikayeleri ve romantik filmlerinde de güzel hikayeler anlatıyor. Farklı şeyler anlatmasa bile farklı şekilde anlattığı her filmde Taika-esque bir yanı olduğu inkar edilemez. Ve hepsi komik :).

The Reduction Agents - The Pool (Eagle vs Shark 2007)


6. Aynı zamanda çok iyi bir oyuncu olması


Kendisi aynı zamanda çok yetenekli bir oyuncu. "What Do We Do in the Shadows" olsun, "Boy" olsun çok güzel bir oyunculuk sergilemiştir. "Boy" filminde kaçık bir baba, WDWDIS filminde ise titiz ve sorumluluk sahibi bir vampiri canlandıran Waititi komedi de dramada da başarılı olduğunu bence göstermiştir. Kendi filmleri dışında birçok filmde oynamış hala izleme şerefine nail olamasam da :).

Tomica Miljic - Svatovsko Kolo (WDWDITS 2014)


Taika Waititi Filmografisi (Yıllara göre değil en sevdiğim sıralamasına göre :))


1. What Do We Do in the Shadows (2014)

2. Eagle vs Shark (2007)

3. Boy (2010)

4. Hunt for the Wilder People (2016)

5. Thor (2017)

Şuraya Kasım'da vizyona girecek video klip tadındaki "Thor" filminin fragmanını da koyayım. Seriyi başta da dediğim gibi bırakmama rağmen beni heyecanlandırdığını söyleyebilirim, beklenti büyük :). Yeni şeyler denemesi ama hep özgün kalması dileğimle :). Seni seviyoruz Taika Waititi :).

Devamını Oku »

7 Temmuz 2017 Cuma

I Don't Feel At Home In This World Anymore - Macon Blair (2017)



Sundance'te en iyi drama ödülüyle ayrılan IDFAHITWA, temiz görüntüleri, güzel müzikleri, yer yer araya serpiştirdiği güzel sorularla güzel bir suç, dram, gerilim filmi. Bir de bunların yanına absürt ve kara komedi eklenince güzel bir film çıkmış ortaya. Adıyla ilgimi çeken film beni gayet mutlu etti :).

Tek başına yaşayan karakterimiz Ruth'un (Melanie Lynskey) evine hırsız girmesi ve polislerin tutunduğu tavırdan sonra bu dünyadaki adaleti Ruth en azından kendine yapılan haksızlığı çözecek kadar sağlamaya çalışacaktır. Evini kilitlemediği için polisler tarafından evine hırsız girmesi ciddiye bile alınmazken büyükannesinin çalınan kaşık çatal takımı üzerinden ölümü, yaşamı ve insanlar üzerinde bıraktığımız izleri ve ölüm sonrası unutulma kaygısıyla Ruth'un birçok diyalog ve monologlarını dinleriz.

Bu tarz çizilmiş gibi posterler de moda oldu sanki

Birey üzerinden sorulan yaşama dair sorular, ara ara kameramıza yansıyan karakterimizin dünyaya olan bakışı ve umutsuzluğu evine hırsız girdikten sonra insanlarla yaşadığı ilişkilerinden sonra da insanlık, vicdan, saygı konuları daha çok sorgulanıyor Ruth tarafından. Bu süreç içinde başkalarını eleştirirken kendini de eleştirmeyi ihmal etmeyen Ruth bu dünyada her ne kadar hissetmese de aslında onun bir parçası ve bu düzenden o da nasibini alıyor. Kendisine yardım etmeyi kabul eden Tony (Elijah Wood) ise bu dünyanın iyi yüzlerinden biri. Karaktere yardım eden iyi komşu rolünde güzel bir iş çıkarmış. Bu karakterimiz dalıp dalıp giden kendi halinde köpeğiyle yaşayan bir karakter ve bu dünyayı Ruth için daha katlanılabilir kılan insanlardan biri.

Ruth: Bu dünyada ne yapıyoruz?
Tony: İyi olmaya çalışıyoruz, daha iyi.

Arada kötülükler, adaletsizlikler olsa da aslında bir şekilde trajikomik hayatlarımızda daha iyi bir insan olmak için yaşıyoruz. Hatalarımız tabi ki oluyor ama bu diyalog ile belki de filmin adını daha iyi anlıyor ve Ruth'un sorusunu cevaplıyor olabiliriz. Yaşamı daha katlanılabilir kılan belki de sahip olduğumuz güzel ilişkiler ve hatalarımız olsa da daha iyi insanlar olmak için gösterdiğimiz çabadır. Küçük ayrıntılar ve bu herkesin herkesten tek istediği ihtiyacını karşılamak, "almak" dışında bir alışveriş olmadığını gösteren küçük nüanslar bu dünyayı döndürüyordur. Tabi bu konu uzar gider ve bir diğer paragrafta bu kadar iyimser olmayabilirim ama film bu duyguyu bize veriyor :).  Baş karakterimiz de her ne kadar bu konuları sorgulasa ve bu dünyaya inancı kalmasa da kötü bir olaydan hiç beklemediğin sürprizler çıkabiliyor :).

Görsel olarak başarılı, şarkılar yerinde ve güzel, mizah ise en olmadık anlarda kahkaha atmanıza sebep olacak kadar komik. Oyunculuklar güzel, her ne kadar Melanie Lynskey'nin mimiksiz yüzü biraz donuk dursa da yine de kötü değil, Wood da iyi iş çıkarmış. Sıkılmadan izleyeceğiniz güzel bir film çıkmış ortaya, ben çok sevdim :). Özellikle Sundance ve bağımsız severler kaçırmasın :).

Filmin Netflix orijinal yapımlarından biri olduğunu da not düşeyim :). Bir diğer yapımı Okja'nın yorumunu da isme tıklayarak ulaşabilirsiniz. Sanatla kalın :).

Devamını Oku »

6 Temmuz 2017 Perşembe

Atıştırmalık #18 (Yüzbaşının Kızı, Things To Come, Junky, Elle, La Pianiste)

Merhabalar yine kısa kısa son izlediklerim ve okuduklarımdan notlar :). Eksikler var, kendi başına yayın olanlar var hiç yazmayı düşünmediklerim var ama öyle işte :).

Yüzbaşının Kızı - Aleksandr Puşkin




Sahaftan aldığım bir kitap, akıcı hızlı okunan kısa bir kitaptı. Başladığı gibi bitti. Romantizm akımının etkilerinin görüldüğü savaş ortamında bir aşk hikayesi. Fazlaca romantik ele alınan naif bir hikaye. Uzun zamandır da Rus Klasikleri okumuyordum, Andreyiçler, Andreyovskiler falan iyi geldi :). Çok hoşuma gidiyor bu tarz isimleri okumak :). Güzel bir klasik tavsiye olunur :).

Things to Come - Mia Hansen - Love (2016)




Bu aralar Isabelle Huppert'a takığım gibi, filmlerini izliyorum. Huppert; depresif bir anne, başkasına aşık olan bir eş ve çocukları arasında yaşayan bir öğretmeni canlandırıyor. Bir de öğretmen olan sevdiği bir öğrencisi var arada gelip giden. Filmi sevdim ama bir şeyler eksikti sanki, filme bayıldım diyemememin sebebi oydu herhalde. Çok iyi film, güzel ama bir şey eksik daha bulamadım :). Benim huysuzluğum da olabilir bilemiyorum :). Yoksa güzel film. En çok park, çimen, yeşil gördüğüme sevindim bir de çok sevdiğim Fransız evlerini, iç dizaynını. Kitaplar da filmde yan rolde ki okuduğu kitaplar benlik olmasa da kitapları her karede görmek güzeldi. Müzikler de güzeldi. Huppert'a laf söylemek olmaz zaten çok iyiydi hele ki birkaç yerde beni de ağlattı ve özellikle bir yerde vauv dedirtti :). Muzaffer'in önerdiği filmlerdendi ama gitti yine beni duygusallaştıran bir film seçti iyi gelecek diye :). Gelmesine geldi de yine bir burukluk bıraktı :). Teşekkür ediyorum kendisine, önerilere devam. Onun film yorumları paylaştığı güzel bloguna gitmek isterseniz de burada :).

Junky - William S. Burroughs




Ayy ne umutlar ve beklentilerle okudum da sonra bitsin diye dua ettim. Sevemedim, sevenlerinden özür dileyerek. Beat kuşağı severim ama bu kitap beni sıktı. Yazara kesinlikle bir şans daha vereceğim ama zaman geçtikten sonra ancak herhalde. Bu kitap bir eroinmanın günlüğü gibi. Arada bazı tespitler var beni etkiledi ama çok düz bir anlatıma sahip. Kolay okunan bir kitap.

Elle - Paul Verhoeven (2016)




Off off of ki ne of. Valla abartıldığı kadar var. Huppert'ten nefis bir oyunculuk, güçlü bir hikaye, gerilim dozu çok iyi. Yani ne kadar övgü varsa sıralayabilirim. Almodovar tadında bir gerilim filmi hissettim. Sonu biraz düşündürttü ama gayet güzel gerilim filmiydi. Film baştan sona rahatsızlık verici uyarmadı demeyin.

La Pianiste - Michael Haneke (2001)




Uzun zamandır psikolojimi bu kadar bozan bir film olmamıştı. "Elle" de etkiledi gerçi ama Haneke yine farkını konuşturmuş. Huppert annesiyle yaşayan orta yaşlarında annesinin baskı ve kontrolünde yaşayan bir kadını canlandırmış. İnsan taştan değil ya onun da bastırılmış duygularının dışa vurumunu yine rahatsız edici biçimde bizlere gösteren Haneke'nin önemli filmlerinden. Bu film bana belki okuyanınız vardır "The Beauty Queen of Leenane" oyununu oldukça anımsattı. O da çok güzel bir dramadır. Haneke'nin Huppertli son filmi yine beni heyecanlandıran filmlerden, çıksa da izlesek :).

Huppert'in bu üç filminde de çokça ortak özellikler var. Anne kız problemleri, anne sorunları hatta çokça ön planda. Bir şekilde birbirine benzeyen karakterler. Bir de sanki "Elle" ve "Things to Come"'daki karakterleri birleştirsek ortaya "Piyanist" filmindeki karakteri çıkar gibi :), ne diyorsunuz? Huppert bu rollerin altından ustaca kalkmış ama "Piyanist" ve "Elle"'deki karakterler gerçekten etkileyici özellikle ilkinde. Bana önerebileceğiniz başka Huppert filmi varsa önce onları izleyeyim :).

Siz bu aralar neler atıştırdınız? Yorumlarınızı merak ediyorum :).
Devamını Oku »

Sinema Güzeldir #4 (Baby Driver - Edgar Wright 2017)


Edgar Wright'ın son filmi Baby Driver bol aksiyon ve müziğin buluştuğu oldukça hareketli bir film. Wright'ın en bilinen filmlerinden Zombilerin Şafağı, Hot Fuzz gibi parodi içermese de Tokyo Drift veya Fast and Furious ile biraz parodiden küçük ayrıntılar bize sunmuş sanki. Bir de Kevin Spacey'nin yaptığı son harekette yine bana bu komedi türünden nasibini almış gibi geldi :). Filmin aksiyon sahnelerini beğendim özellikle müzikle harmanlaması ise filmi görsel açıdan daha etkili yaparken kulaklarımızın da pasını silmeyi ihmal etmiyor.

Oyunculuklara gelirsek Kevin Spacey adını görünce insan ister istemez heyecanlanıyor ama normal ortalama bir rol ve oyunculuk vardı. Ne öne çıktı ne yok oldu böyle bir arada kalmış :/.  John Hamm, Jamie Foxx ve Ansel Elgort da iyiydi. Bir Lily James'de böyle bir şeylik vardı ki sevgili gürültü hislerime tercüman olmuş "Bana bir tek Lily James sırıtmış geldi. Rolünün biraz aptalca yazılmasından mı kendi beceriksizliğinden mi bilemem " diyerek :). Başka şeyler de geliyor aklıma da zorlama gibi duracak yazmayacağım zira öyle olsa bile hissettirememiş çünkü :/. Baby'nin dedesini çok sevdim, tatlım benim <3. Bir de "Everything is Embarrassing" ile kalbimi çalan Sky Ferreira da bu filmde, şarkıyı dinlemediyseniz adına tıklamanız yeterli. Çok sevdiğim bir şarkı, vazgeçemediklerimden bu filmde de Sky'ımızın çok küçük bir rolü vardı.

Film ana akımda şu ana kadar bence en izlenilebilecek film. Güldürüyor, güzel aksiyon ve görüntüler var, şarkılarla keşifler radyo programı gibi. Wright'ın en iyi filmi değil ama kötü de değil. Bence güzel vakit geçirmek için gidilebilinecek bir film. Ben sevdim :). Cuma günü bizde film kalkıyor siz de kontrol edin gitmeyi düşünüyorsanız ertelemeyin :).



Şimdi geldik asıl sorumuza :). Sinefilleri buraya alalım :). Benim yıllardır aradığım bir aile/çocuk filmi vardı. Çok tatlı bir filmdi ve eskiden Show Tv'de falan koyarlardı, hatırlıyorum. Filme dair tek elimdeki ipuçları ise benim iki turşum var diye siyahi bir çocuğun arkadaşının salatalık turşusunu da alarak bir yerlerde gezmesi. Bir de baş karakterin babası gibi hiç inmeyen dik bir saç tutamının olması. İşte bu filmde Baby dedesi ile televizyon izlerken filmin başlarında bu çocuğu gösterdi şarkı söylerken :). Çilli bir çocuk böyle saçı da dik :). Yani yıllardır düşünüp aradığım film :). Bu filmi hatırlayan bilen varsa sevdiğine kavuşsun ve bana ismini yorumda yazsın :). Filmi bulana benden çok sevdiğim filmde de iki üç kez çalma şerefine erişen Lionel Ritchie şarkısını şimdiden hediye :). Film yorumlarınızı ve bu anlatmaya çalıştığı filmin adını sabırsızlıkla bekliyorum :).

Mutlu bir tatil sabahının güzel kokularına her gün uyanmanız dileğiyle :). Sanatla kalın <3.


Devamını Oku »

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Sing Street - John Carney (2016)



John Carney bu tarz filmleri ortak paydada toplayıp üçleme mi yapmak istedi (umarım üç tanedir :)). yoksa bu tuttu güzel de oluyor böyle devam mı demek istiyor bilmiyorum ama ne olursa olsun bu sokakta söylenecek hala şarkılarının ve hikayesinin olduğu bir filmi daha Sing Street. Once'ta olan o amatör ruh, Begin Again'deki ortalamanın biraz üstü halden sonra bu sefer 80'lerde geçen müzikal tadındaki filmlerine bir yenisini eklemiş Carney. Filmin şarkıları, kostümleri, mizahı lafım yok ama benzer hikayeler. Bu filmin nostalji havası, dönemin müzik gruplarından esinlenen Sing Street grubu ve başrollerin başarılı oyunu filmi izlenilir ve güzel kılmış lakin hikayeyi daha önce farklı şekillerde zaten izledik.

"Begin Again"'den daha iyi ama "Once" mı bu mu emin değilim :). Bu filmde oyunculukları beğendim. Baş karakter Cosmo, çok iyiydi. Özellikle başrol kadın karakter bence çok güzel bir seçim olmuş. Filmdeki abi karakterini de sevdim. Hatta izlerken bu adam sanki Chris Pratt ile Seth Rogen'ın birleşimi gibi düşündüm ve internetten arattım bakın kanıt tek düşünen ben değilmişim :). Yine de yakışıklı bir abimiz, daha çok ekranlarda görmek isteriz :).

Bir de neden şapka ve gözlüğü aksesuar olarak sevdiğimi bu filmde bir kez daha gördüm :). Kostümler başarılıydı, 80'ler gruplarına da şöyle bir göz attık. Yeni çıkan video kliplere yorum yaptık, çektik :). En çok güldüğüm sahnelerdi. Nostalji, dönem filmi sevenler ve müzik aşığı insanlar benim gibi özellikle çok sevecektir.

Carney'in bu üç filminde de gerçek olamayacak bir iyimserlik var, bu filmde de fazlasıyla. (Bu cümle biraz spoiler içerir :)) Sonuyla umut duygusunu vermek istese de ben Londra'ya giden genç aşıklarda mutlu son göremiyorum.

Yine de biraz neşelenmek, gülmek ve gençliğin enerjisini hissetmek için izlenilebilir, güzel bir film. Carney'de bakalım bu filmlere devam mı yoksa güvenli bölgesinden dışarı adım atacak mı, bekleyip görelim :). Bu arada ben de şimdi "Baby Driver" izlemeye gideyim, yorumuyla geri döneyim :). Sinemayla kalın :).


Devamını Oku »

4 Temmuz 2017 Salı

Okja - Joon-Ho Bong (2017)



Yeni dünyada ekolojik, doğal, sağlıklı, çevre dostu doğaya verdiğimiz zararı kapatacak yeryüzündeki ayak izimizi azaltacağı reklamlarıyla daha çok zarar veren açlık gibi insanlığın şu an ki temel problemlerinden birini yok edeceğini önerdiği çözümlerle şimdiki verdiğimiz zararın katı katınca fazlasını verdiğini gösteren "Okja" filmi, Petrol Değil Toprak kitabını bana izledikçe anımsattı.

Teknoloji ürünü laboratuvar domuzları farklı çiftliklerde yetiştirip dünyadaki açlığı bu şekilde bitireceğinin reklamını yapan Mirando şirketinin ürettiği ve küçük bir kızın (Mija) bu domuzlardan biriyle (Okja) kurduğu bağla bize; açlığı, su sıkıntısını, hava kirliliğine çözüm getireceğini söyleyip daha çok para kazanmak için filmde de bahsedildiği gibi "beyaz yalanlarla" yeryüzündeki ayak izimizi büyütüp sadece zenginin daha zengin olduğu geri dönülemez yollara gitmemize yol açmaya sebep olan şirketlerin bir yüzünü gösteriyor. Bunu yaparken de eziyet edilerek etinden yararlanılan hayvanlar ve şirketlerin bunu bize mutlu reklamlarla nasıl pazarladığını da gösteriyor. Tabi her ne kadar filmde laboratuvarda üretilen bu hayvanlar şu an için gerçek üstü olsa da (ki yakında olmayacağı ne malum), gerçekte de oynanmış yemler ile doğal olmayan yöntemlerle yetiştirilen endüstriyel üretime ve hayvancılığa da sözünü sakınmıyor.

Filmde Animal Liberation Front olarak geçen Paul Dano'nun oynadığı Jay karakterinin başı çektiği eziyet gören canlılara karşı tepkisini en naif yollarla gösteren bu oluşumdan ve gördükleri baskı ve şiddetten bahsetmesek olmaz. Zira filmin en başarılı oyununun Dano tarafından oynandığı da bir gerçek.

Ben farklı mıyım değilim. Ben de bu bahsettiğim tüketici grubun içindeyim maalesef. Kendime göre dikkat ettiğim öğrendikçe hayatıma uygulamaya çalıştıklarım var ama ekoköyler inşa edip orada yaşayan yediğine içtiğine dikkat eden bu uğurda her türlü savaş verip hayatını doğaya karşı değil doğa yeryüzü ile beraber yaşayan insanların yanında benimki devede kulak bile değil. O yüzden "Okja" belki de bir çocuğun gözüyle en basit şekilde bilindik bir anlatıya sahip olsa da bu düzene sisteme en azından bir bakış atmamızı sağlıyor.



Film rüya kadrosuyla; Tilda Swinton, Paul Dano, Jake Gyllnhaal, Giancarlo Esposito da güzel bir seyirlik sunuyor bizlere. Daha iyi olabilir miydi evet ama yine de ortalamanın üstünde güzel bir film olduğunu söyleyebilirim :). Cannes listesinde merak ettiklerimden biriydi, o liste için tıktık. Netflix yapımı olduğunu da not düşeyim :).
Devamını Oku »

2 Temmuz 2017 Pazar

Sinema Güzeldir #3 (Karayip Korsanları + Transformers)

Merhaba arkadaşlar :). Geçenlerde üst üste iki filme girdim, onlardan ilki Karayip Korsanları Salazar'ın İntikamı 5 diğeri de Transformers Son Şövalye 5. Sinemalarda özellikle ana akım sinemada şu aralar pek de ilgimi çeken film yok bunlara da yokluktan girdim aslında :). Yine de iki serinin ilk üç filmini severek izlediğimi hatırlıyorum. Bu cuma vizyona giren "Baby Driver" ise filmlerini blogumda da önerdiğim Edgar Wright filmi. Önümüzdeki hafta ona da kesin gideceğim ama onu ayrıca yazmayı düşünüyorum. Genel olarak yorumları güzel benim de beklentim yüksek :). Şimdi gelelim bu filmlere ama önce ikisinin de ortak özelliklerine :).

Ortak yönler;

İkisi de çerezlik, seyirlik filmler
İkisi de serinin 5. filmi
İkisinin de 3 filmini izlememe rağmen 4. filmini izlemedim
İkisi de aksiyon ve komedi özellikleri barındıran belli bir karakter üzerinden ilerleyen filmler
İkisinin de serisini hiç izlemeseniz veya karışık izleseniz de bu filmleri izlerken zorlanmayacaksınız
İkisini de yokluktan izledim :)

Karayip Korsanları: Salazar'ın İntikamı 5



Johnny Depp'in efsane karakteri Kaptan Jack Sparrow'un bu beşinci filminde ilk üç filmin yolundan giden güzel bir seyirlik. Komedisi güzel, efsane ve mitlerle örülmüş hikayesi yine kendini izlettiriyor. Orlando Bloom ve Keira Knightley dönüyor diye bir reklamı oldu ama yani iki sahne için utanır insan döndü demeye :). Bloom'un karakterinin oğlu sahneye girince babasının lanetini bozmak için onlarda geçerken anne baba olarak uğramışlar :). O değilde Keira neyse ki bir sahne de dönmüş kendisiyle şahsen hiç hoşlaşmam :). Bloom'u daha çok görmek isterdik ama bana Depp bile az göründü gibi geldi filmde :).

Sparrow yine aynı Sparrow ama Johhny yaş ve kilo almış o belli. Ben onu her haliyle seviyorum ve bence yaşayan en karizmatik erkek. Aynı zamanda başarılı ve yetenekli her oyuncuya nasip olmayan birçok karaktere girebilmiş, oynamış çok iyi bir oyuncu. Benim onu sevmem bu filmle değil gazetede okuduğum bir röportajıyla başlamıştır bu arada, onun samimi ve gerçekçi cevapları beni kendisini takip etmeye yöneltmiştir. O zamanlarda bu serinin çıkış zamanına denk geliyor olabilir. Çok eski zaman tam hatırlamıyorum ama o röportajdan sonra ne yapsa bakmışımdır, çok severim. Son evliliği ile ekranda pek alışık olmadığımız Depp görüntüsü oluşsa da yeni çıkan filmleriyle birlikte eski Depp'i göreceğiz gibi geliyor :). Bu filmin başarısında kesinlikle kendisini büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Onun karaktere katkısı ve ismi geçince akıllarda bir imaj oluşturması bence kendisinin yeteneği. Hala birçok kostüm partisinde ya da etrafta korsan lafı geçince aklımıza bu sevimli korsanın gelmesi Depp'in yeteneği. Sparrow yine aynı Sparrow bencil, ayyaş, çapkın, ama vicdanlı bir korsan :). Kendisi arada bizi gıcık etse de sevdiğimiz bir anti kahraman. Ben anti kahramanları filmlerde izlemeyi severim, Deadpool'un abartıldığını düşünüyorum, hele ki Jack Sparrow varken :). Tabi şimdi karşılaştırma yapmayacağım ama en bilinen ve sevilen bir diğer anti kahraman o olunca aklına geliyor insanın :).

Bu arada uzun zaman sonra bilmeden dublajlı film izledim :). Hiç özlememişim mizahından çokça çalındığını düşünüyorum. Bunun dışında sanırım 4. filmde Penelope Cruz vardı şimdi de Javier Bardem var :). Ailecek Karayip Korsanları'nı seviyorlar herhalde :). En son No Country for Old Men'i izleyen ben Bardem'i bu rolde görünce aklıma o film geldi hep. Çok çok iyi oyuncu <3. Bu filmdeki karakteri de güzeldi. Genel olarak güzel bir filmdi ilk filmleri izleyip sevdiyseniz buna da gidin güzel zaman geçirirsiniz :). Ben bu filmi dördü izlemeden gitmezdim de dedim ya bir anda oldu :). Serileri karışık izlemeyi sevmem. Yoksa sevdiğim bir seri dördüncüsünü izleyip giderdim. Yine de her filmde ayrı bir hikaye anlatıldığı için serinin tüm filmlerini izlemeseniz bile anlaşılır bir film.


Transformers: Son Şövalye 5



Ayyy başrol değişmiş, Mark Wahlberg olmuş. Ee tabi o gelince de filmin havası o komedi aksiyon filminden daha çok aksiyona kaymış. Sam karakteri filmi bence güzelleştiriyordu ama o meğersem dördüncü filmde zaten yokmuş hatta filmin dördüncüsü varmış :):)). Baya fragman bile izlemeden girdim filme anlayacağınız. Yokluktan en azından ilk filmleri izledim diye gittim ama arada bir film daha varmış :).

Benim kardeşimin çok sevdiği bir seri bu, ben de severdim ama artık sevmiyorum :). Yani bu film bence olmamış. Wahlberg'in bazı aksiyonlarını sevsem de Transformers dünyası içinde sevmedim. Gözüm çok alışmış herhalde Shia Labeouf'a başka baş karakter sevemedim. Bu film başlarda iyiydi ama sonunda 45 dk civarında aksiyon sahnesiyle uykumu getirdi. Gereksiz uzatıldığını düşünüyorum. Aksiyon film sevmediğim düşünülmesin iyi aksiyon severim, ben aksiyon polisiye filmleriyle büyümüş bir insanım ama bu filmin sonu off ki off. Çok uzatılmış, bir oraya bir buraya dön dön öldüm sıkıntıdan. Sevenler için problem yok ama sevmiyorsanız gitmeden önce bir kez daha düşünün. Zaten o Transformers komedisi ciddi azalmış, birkaç yerde güldüm ama en çok Antony Hopkins'in evinde güldüm, izleyenler hatırlayacaktır. Öfke kontrol sorunu olan ev robotumuzun halleri çok güzeldi :). Onun dışında ise başı ortalama sonu ortalamanın altı bir filmdi. Hatta şöyle söyleyeyim bir sahne var, Suicide Squad'ı Transformers'a çevirelim bakalım nasıl oluyor demişler. Bu kadar olur yani. Cık olmamış beğenmedim :/. Film üç boyutlu not düşeyim, izlemek isterseniz gözlüklerinizi alın da gidin :).


Siz bu aralar neler izlediniz sinemada? Bu filmleri izlediyseniz nasıl buldunuz? Hangi filmleri bekliyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum :). Sevgiyle :).
Devamını Oku »

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Sevgili Güllük #41 (Anket Sonucu)



Merhabalar :). Anketimiz kapandı, 28 kişi katıldı ve Öneri Makinesi'nde katılanlar arasında en sevilen yayınlar Film Listeleri oldu hem de açık ara  :). Bir de katılanların yarısından fazlası bu yayını seviyormuş, ben de öğrenmiş oldum :). İkinci olan ise anı, mim ve kişisel yazılar oldu :). Aslında bu yazılar genelde biri beni mimlerse yazılıyor ya da ben etkinlik anılarımı anlatıyorum, çok da düzenli bir bölüm değil ama fark ettiyseniz etkinlik duyuruları yapmayı sevdiğim, benim de katıldıklarım olunca kendiliğinden bir "Gidilesi" ana etiketi oluştu :). Uzun zamandır da düşündüğüm istediğim bir bölümdü umarım daha çok güzel yazılar olur bu bölümde de :). Zaten yine üzerine tıklayarak önceki etkinlik, gezi yazılarını okuyabilirsiniz :). Üçüncümüz Kitap Listeleri oldu :). Demek ki neymiş liste seviyormuşuz :). Yakında hazırladığım kitap listeleri var, şu aralarda okuyorum hep, bu seçeneği seçenlerde fazla uzun beklemek zorunda kalmayacaklar :). Bir oy farkla dördüncü olan İncelemeler oldu :). Bu bölümü seçenler için de yarıyıl reading challenge yazılarımı inceleme olarak yazıyorum ayriyeten yine film incelemeleri, albüm incelemeleri de devam edecek :). Beşinciliği paylaşan Meydan Okuma ve Sevmek Yazıları  seçenler için ise güzel haberim şu an devam eden bir meydan okumamız var, katılmak ve katılanların listelerini görmek için tıktık, yeni sevmek yazıları geliyor :). Evet yazısı değil yazıları :). Sürpriz isimler var, heyecanlıyım :). Son olarak beni azıcık üzen durum Abur Cubur ve Atıştırmalık yazılarının sonuncu olması oldu :(. Abur Cubur'da temaya göre müzik listeleri paylaşıyorum ama en az oy ona gelmiş, isimden kaynaklı bir sorun olduğunu düşünüyorum, müzik listesi isteyenler sanırım ikisini bağdaştıramadı, o yüzden böyle bir sonuç oldu diye düşünmek istiyorum :).

Bu ankete katılım çok değildi ama yine de bir fikir verdi bana, katılanlara çok teşekkür ederim :). Şimdilik bu anket bitti ama yine bu anketi tekrarlamayı düşünüyorum. Şimdi yeni bir anket açıldı, sağ üst köşede bakalım sonuçlar ne olacak :). Belirtmeliyim ki öneren üç arkadaşımızın tüm isteklerini yazdım; sevgili Ezgi, Deeptone ve Gözde bana kitap öneren arkadaşlarım oldu. Deeptonecuğumun Berlinli Apartmanı hariç hepsini yazdım, çünkü o kitap tükenmiş :(. Bunun dışında seçenekler bunlar; siz de Yarıyıl Reading Challenge için hangi kitabı alıp okumamı istiyorsanız, oy kullanmayı unutmayın :). Birden çok seçebilirsiniz, kararsız kaldıysanız :). Bir ayın sonunda birinci olan kitabı alıp okuyacağım :).

Bol katılımlı anketlere diyor, yenilerinde görüşmek üzere sizleri sevgiyle kucaklıyorum :) <3.

Bu aralar en çok dinlediğim şarkı, şiddetle öneriyorum :).

Deeperise - Raf ft Jabbar

Devamını Oku »

20 Haziran 2017 Salı

Sevgili Güllük #38 (Açık Hava Sinemalar)

Yaz mimimde bahsettiğim açık hava sinemaların 2017 yılı toplu bir listesi yayınlanmış Artful Living'de aşağıdaki ilgili yazıya tıklamanız yeterli, bakabilirsiniz :). İstanbul ve Ankara'dan açık hava sinemaları paylaşılmış.

Off hep zaten böyle güzel şeyler İstanbul'da, Ankara'da olur diyenler; İzmir, Muğla, Adana, Mersin şehirlerinde de geçen sene bu tarz etkinliklerin olduğu bir liste buldum, aşağıdan bakabilirsiniz. Bu sene de devam ediyorlar mı bilmiyorum ama bu şehirlerde yaşıyorsanız, bir kontrol edin derim :). Eğer ben de diğer şehirlerde yapıldığını görürsem hem blogda hem de Twitter'da paylaşırım :).

Yaz önerilerimi okumadıysanız orada da paylaştım bu listeyi, başka öneriler de var :). Ödüllü başka sinema filmleri gösterilecek, fırsatınız varsa koşun gidin. Tadından yenmez yani :).

Mim: Yaz önerileri
Açık Hava Sinemalar
2016 Yazlık Sinemalar

Burada da manzarayı mı izlesek filmleri mi kararsız kalacağınız dünyadan 13 açık hava sineması listelenmiş. Keyifle okuyun, izleyin :).

Dünyadan 13 Açık Hava Sineması

Bu fotoğraf da geçen yaz doğum günümde gitmiştik yani 21 Haziran'da, şu anki tarihe çok yakın tam bir sene olmuş. o zamandan :). Cermodern'de izlediğimiz Son of Saul filminden benim çektiğim fotoğraf :). Çekirdek veriyorlardı ve insanlar köpekleriyle gelmişti. Açık barı vardı, çeşit çeşit içecekli. Fotoğraf karanlık, çok belli olmuyor ama orta derecede bir kalabalık vardı. Öyle güzel oluyor işte, kaçırmayın :).


Devamını Oku »

En Çatlağından 10 Tatlı/Komik Film

Merhabalar, merhabalar :). Sağ üstteki anketten yola çıkarak film listelerine ağırlık vermeye başladım :). Şimdilik açık ara öne geçen o :). İtirazınız var ise ankete bekleriz :). Tabi bu demek değil ki diğer yazılar olmayacak, olacak ama öncelik en çok talepten yana :).

Gelelim bugünün listesine. Komedi olarak sunulan en çok paylaşılan filmlerden sıkıldınız mı? Artık o filmlere gülmüyor ve sıkılıyor musunuz? O zaman doğru yerdesiniz (yine içime overlokçu kaçtı). Benim de izlemekten en zevk aldığım bu tarz komedilerdir not düşeyim :). Bu alışılmışın dışındaki hiçbir kalıba sığmayan karakterlerin olduğu filmler moralinizi düzeltip enerjinizi yükseltme garantili. İşte popüler komedi filmlerine alternatif en absürt en kara en romantik ve en tatlısından 10 çatlak film burada :).


1. Little Miss Sunshine - Valerie Faris/Jonathan Dayton (2006)



Bu film listede olmazsa olmazdı herhalde. Tüm üyelerin hasarlarla dolu olduğu aileyi bir araya getiren ailenin en küçük bireyinin dans yarışmasına gitme isteğidir. Yolda birçok engelle karşılaşan ailemiz bakalım dans yarışmasında başarı elde edecek midir? Biraz ipucu vereyim, başarı sadece bir derece değildir :).

2. Me You and Everyone We Know - Miranda July



Yine absürd, eksantrik bir romantik komedi. Ana karakterimiz Christine para kazanmak için yaptığı iş dışında bir sanatçıdır. Bir adama aşık olur ve bu ikilinin dokunduğu iletişime geçtiği insanların başka hikayelerini de izleriz. Çok katmanlı iç içe geçen bir çok hikayenin olduğu bu film bağımsız severleri oldukça memnun edecek :).

3. Welcome to the Doll House - Todd Solondz (1995)



Evin ortanca çocuğu Dawn birçok açıdan kendini şanssız görmektedir. Üniversiteye hazırlanan abisi ve küçük sevimli annesinin göz bebeği kardeşi arasında pek göze çarpmadan yaşar. Okul hayatında da zorluklarla karşılan Dawn'un işi hiç de kolay değildir. Büyümeyi anlatan bu ödüllü kara komedi film hem güldürüp hem hüzünlendirenlerden :).

4. Toni Erdman - Maren Ade (2016)



Bu üç saate yakın süren komedi dram filmi en olmadık yerlerde kahkaha atmanıza sebep olacak :). Yurt dışında yaşayan kızını tatilde ziyarete giden babanın kızının hayatına nasıl ve ne şekillerde dokunduğunu izliyoruz.

5. Eagle vs Shark - Taika Waititi (1998)



Son dönemlerde filmlerine ağırlık verdiğim yönetmen favorilerime girdi bile :). Bu absürd çatlak filmde bir kartal ile köpek balığının aşkından çok daha fazlası var :). Müzikleri ile de ayrıca sizi mutlu edecektir. Sıradan aşk hikayelerinden sıkılanlara da güzel bir alternatif :).

6. Sideways - Alexander Payne (2004)



En yakın arkadaşının evlenmeden önceki son haftasında onu şarap evlerinde yolculuğa çıkaran kitabı yayınlanmayan İngilizce öğretmeni Miles'ın ve Jack'in bir haftalık bol şaraplı yol hikayesi. Eğer şarap seviyorsanız dikkatle izlemenizde fayda var, bir anda krize girebilirsiniz :), çünkü şarap hakkında bilgilenirken o üzüm bağlarının arasında canınız çokça çekebilir, uyarmadı demeyin :). Posteri de ayrı bir güzeldir.

7. Dawn By Law - Jim Jarmusch (1986)



Jim Jarmusch'u seviyorum. Siz de seviyorsanız ve bu filmi izlemediyseniz hemen izleyin :). Eğer Jarmusch hiç izlemediyseniz de bu filme bir şans verin. Siyah beyaz çekilen bu komedinin başrollerinde yönetmenin sevdiği oyunculardan şarkıcı Tom Waits, ünlü İtalyan oyuncu Roberto Benigni ve John Lurie'nin aynı koğuşu paylaştığı bu film güzel bir seyirlik :).

8. Bottle Rocket - Wes Anderson (1996)



Wes Anderson'ın ilk filmlerinden. Diğer filmleri kadar renk skalası göze çarpmasa da (ki çarpıyor:)), sonraki filmlerin nasıl olacağına dair bu konuda güçlü sinyaller veren bir film. Akıl hastanesinden taburcu olan Anthony'i kurtarmaya gelen arkadaşı Dignan'ın küçük bir soygunla başlayıp işleri büyütmesiyle sizi kahkahaya boğacak :). Özellikle son soygunlarında bir ekip var ki evlere şenlik. Bir de yan rol var Kumar, benim favorim onun sahnelerinde kahkahaya hazırlıklı olun :).

9. Beterböcek - Tim Burton (1988)



Tim Burton'ın gotik dünyaları meşhurdur. Onun tatlı dünyası da ancak Beterböcek ile olurdu herhalde :). Evini bırakmak istemeyen sevimli hayalet çiftimizle ona yardım amacıyla kandırıp başlarına türlü işler açan çeşit çeşitli deforme olmuş yaratık insan gördüğümüz bu film çok eğlendirecek. Özellikle sonundaki Winona Ryder dansı filmin şekeri :).

10. Scott Pilgrim Dünyaya Karşı - Edgar Wright (2010)



Sevdiğiniz kızın kalbini kazanmak hiç bu kadar zor olmamıştı :). Sevdiği kızla beraber olmak için dünyaya karşı gelen Scott Pilgrim günlük yaşamda olan olaylara fantastik bir açıdan bakarak betimlemeleriyle sizi hem güldürecek hem de olaya farklı bir açıdan bakmanızı sağlayacak.
Devamını Oku »

12 Haziran 2017 Pazartesi

Sevgili Güllük #37 (Doğu Ekspresinde Cinayet 2017)

Biraz geç oldu ama paylaşmasam olmaz :). Kenneth Branagh hem yönetip hem en sevdiğim dedektiflerden Hercule Poirot'u oynayınca bir de yetmezmiş gibi canımın içi gözümün nuru Johnny Depp olunca bu ikisinin döktürmesini bekliyorum. Gerçi tahminimce Johnny Depp baştan ölecek, belki konuk oyuncu gibi bile olabilir lakin napayım seviyorum oynadığı karakterleri, filmlerini (kendisini:)).

Branagh'ın Hamlet'ini hala izlemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz. Bu film de Agatha Christie uyarlaması bir de en güzel romanlarından. Yine hem yönetip hem başrolü kimselere vermiyor. Sarışın Poirot diğer Poirot tiplemelerine veya benim kafamda oluşturduğum Poirot figürüne uymuyor ama kendisi muhteşem bir oyuncu, tiyatrocu o yüzden güzel şeyler yapacağını biliyorum :). Yani bir de hem de ile oluşan bir yazı oldu ama çok heyecanlandıran bir film :). Kadro süper, merakla bekliyorum. Tesadüfe bakın uzunnn yıllar sonra tekrardan şu an Agatha Christie okuyorum, hem de (<-bknz.) Poirotlu bir roman, o yüzden de baya bir heyecanlıyım :).


Devamını Oku »

4 Haziran 2017 Pazar

Renklerin Beyaz Perdeden Silemediği Bir Klasik: Siyah Beyaz Filmler

Fotoğraf makinesi, ilk kamera, tren, film derken sinema hayatımıza girdi :). Giriş o giriş birçoğumuzun gönlüne taht kurdu ve sanat oldu. Birçok film yapıldı, izlendi, oynandı. Siyah beyaz ile başlayan hareketli görüntülerin serüveni, sessiz sesli sinema derken renklerin de girmesiyle, boyutlar da değişti en son sayamadım kaça çıktı :). Lakin ta o zamandan bu zamana değişmeyen bir şey oldu. Şu an hala birçok ünlü yönetmenin türlü imkanlara sahip olup da yine de vazgeçemediği şey siyah beyaz filmler oldu :). Kimisi maddi kimisi estetik kimisi ise işlevsel açıdan siyah beyazı tercih eden yönetmenlere gelin bir göz atalım. Renkler beyaz perdeye geldi ama siyah beyaz filmleri bitiremedi, işte renklerin geldikten sonra bile ekrandan silemediği siyah beyaz filmler :). Keyifli seyirler :).

Sen Aydınlatırsın Geceyi - Onur Ünlü (2013)




Sondan başa gidersek benim de sevdiğim ödüllü yönetmenlerden Onur Ünlü'nün bol ödüllü filmi "Sen Aydınlatırsın Geceyi" filmi adını Shakepeare'den alır. Euripides'ın "İnsan endişeden yaratılmıştır" sözüyle başlayan film sıradan insanların süper güçleri olduğu bir kasabada geçmektedir. Kara mizah ve dram türlerinde olan bu filmin başrollerinde Demet Evgar, Ali Atay, Ercan Kesal ve Serkan Keskin gibi önemli oyuncular yer alır. Süper güçlerin hayatı kolaylaştırmadığı kimseyi de kahraman yapmadığı bu siyah beyaz film sıradan insanların sıradışı güçleriyle sizi izledikten sonra da fazlasıyla düşündürecek.

İlgili şiir

" Yarayla alay eder yaralanmamış olan,
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden,
Sen çok daha parlaksın çünkü,
Sen tüm göklerdeki yıldızın ilki,
Sen aydınlatırsın geceyi"

Frances Ha - Noah Baumbach (2012)




Eğlenceli, komik, bir türlü büyüyememiş bir kadın Frances Ha. Yeteneği olmasa da, fiziği elvermese de dans etmeyi seven Frances'in en yakın aynı zamanda aynı evi paylaştıkları arkadaşı onu bırakıp başka bir eve taşınınca Frances'in kendine yeni bir düzen kurması gerekecektir. Siyah beyaz olup da bu kadar renkli bir film olmayı başaran az film vardır, bu hafta sonu bu filme bir şans verin :).

A Coffee in Berlin - Jan Ole Gerster (2012)




Sıradaki filmimiz Almanya'nın bağımsız filmlerinden. Sadece kahve içmek isteyen Nico'nun absürd, komik, rahatsız edici ve her şeyin üst üste geldiği kahvesiz bir günü :). Bunun yanında da siyah beyaz Berlin'e bir bakış. Kahvesiz güne başlayanların sonu işte böyle olur desek mi yoksa kahvenin 40 yıl hatırı var ilkini reddedersen lanetlenirsin mi desek ne desek :).

Angel A - Luc Besson (2005)




Fransa'da bir köprüden atlamayı kafasına koymuş bir adama göklerden 2 metre boyunda bir melek gelirse işler biraz karışacaktır :). Komik, eğlenceli ve fantastik ögelere sahip bu Angel-A size keyifli bir zaman geçirten güzel bir Luc Besson filmi.

Coffee and Cigarettes - Jim Jarmusch (2003)




Jim Jarmusch'un renklerle arası iyi ama siyah beyaz filmler de ondan sorulur. Bu film dışında da birçok siyah beyaz film yapan yönetmenin bu filmi, kısa hikayelerden oluşan bir kitap gibi. Birçok ünlü oyuncunun bu kahve sohbetine katıldığı film size keyifli dakikalar geçirtecek. Güzel haber Jim Jarmusch da kahve insanı :). Hepsi birbirinden eğlenceli karakterleri olan bu film hakkında daha fazla bilgi için tıktık.

The Man Who Wasn't There - Joel Coen/Ethan Coen (2001)




Coen kardeşlerin de bu güzellikten eksik kalmayıp onlar da siyah beyaza yakışan bir kara film, suç filmi çekmişlerdir. Bir berberin trajikomik hikayesi bizi geçmişe götürüp nostalji tadı verirken bir yandan da absürd olayların birbirini izlemesini seyreder, baş karakterimiz "the barber" gibi kaçınılmaz sonu bekleriz.

25 Watts -  Pablo Stoll/Juan Pablo Rebella (2001) 




Rotamızı Uruguay'a çevirelim, ödüllü 25 Watts üç gencin yaşamına siyah beyaz bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Yine komik, hatta belki biraz çatlak bir film :). Bağımsız film severler bu filme bir göz atsın :).

Girl on the Bridge - Patrice Leconte (1999)




Ünlü Fransız oyuncular Vanessa Paradise ve Daniel Auteuil başrolde oynadığı bu siyah beyaz aşk hikayesinin replikleri paylaşımlarınızın altına yazacağınız cinsten :). Ayrıca filmin bize çok da uzak olmayan ezgilerle Fransa'da bir köprüde başlayıp İstanbul'da bir köprüde yine tanıdık ezgilerle bittiğini hatırlatalım :).

Kasaba - Nuri Bilge Ceylan (1997)




Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes öncesi filmlerinden Kasaba'da akla gelebilecek her türlü çatışmayı; insanın kendisiyle, insanla ve doğayla, izleyebiliriz. Kasaba'da kendini sıkışmış hisseden, ne giden ne de kalan baş karakterimizin ormanın içinde ailesiyle olan sohbeti herhalde filmin doruk noktası. İzlediğim en kısa NBC filmi olabilir şu ana kadar. Yönetmenin filmlerini severlerdenseniz bir de siyah ve beyazla neler yaptığını görün :).

Ed Wood - Tim Burton (1994)




Tim Burton bizi 50'li yılların Hollywood'una, başarısız bir yönetmenin trajikomik hikayesini anlatmak için sanki o dönemde film izliyormuşçasına siyah beyazla o zamana götürüyor. Ed Wood, başarısız bilim kurgu ve korku filmleri çeken, zor şartlar altında filmine bütçe sağlayan ama asla vazgeçmeyen, Orson Welles hayranı yapımcı, senarist ve yönetmendir. Biyografik olan bu film başta Johnny Depp ve Martin Landau olmak üzere müthiş oyunculuklarıyla sizi gülmekten kırıp geçirecektir :). Ed Wood ile beraber film yapmak isteyecek, Bela Lugosi ile yeniden Dracula olacaksınız. Başından sonuna temposu düşmeyen en güzel Depp-Burton işbirliklerinden, Burton'ın bu başarısız yönetmenin hayatını çektiği en başarılı işlerinden biri olan bu filmi izlerken keşke yine bu tatta daha çok film yapsa diyeceksiniz.


Film özellikle şu sözüyle de Feud'u ciddi anlamda anımsattı;

"Bu meslek, bu kasaba seni çiğneyip sonra da tükürür"

Berlin Üzerindeki Gökyüzü - Wim Wenders (1987)




Wim Wenders'ın ustalığını konuşturduğu bir film. Şiirsel Gerçekçilik ve Alman Dışavurumculuk akımlarının etkilediği yarı siyah beyaz bu film ikinci yarısında renklere geçiş yaparak siyah beyazın estetik görünümün yanı sıra işlevselliğini de kullanarak bizi şaşırarak filmden alacağımız keyfi de arttırıyor. Siyah beyazın ve renklerin güzelliklerini ayrı ayrı vuguluyor. Zülfi Livaneli ve Nick Cave'i bir arada dinleyebileceğiniz enfes bir soundtracke sahip bu film özellikle sinema aşıkları için nefis bir seyirlik :).

Clerks. - Kevin Smith (1994)




Sundance'ten ödülle dönen Clerks, izin gününde çalışmak zorunda kalan markette satış sorumlusu Dante'nin ve yakın arkadaşı, kendisi film kiralamak için başka dükkana giden ama aslında Dante'nin hemen yan dükkanında müşterilerine film kiralayan Randal'ın bu tek günlük siyah beyaz maceraları; arkadaşları, müşteri tipleri ve müşteri satıcı ilişkileri ile size güzel bir seyirlik sunacak :). Bu siyah beyaz filmi renklendiren anlar ise sizi güldürürken çizimleri ile de hoşnut edecek animasyon olarak çekilen sahneler olacak :).


Psycho - Alfred Hitchcock (1960)



Renkli sinemanın çok da eski olmadığı bir dönemde, yine de bu film öncesi renkli filmler de çeken, "Psycho" ile siyah beyaz bir klasik yapan Hitchcock'un düşük bütçe gibi nedeni olmasına rağmen o ünlü banyo sahnesinin de renklerle fazla kanlı olacağını düşünmesi de filmi siyah beyaz çekmesinde etkili olduğu söyleniyor. Güzel bir film yapmak için ne renklere ne de yüksek bütçelere gerek olmadığını yine de korku/gerilim filmi çekileceğini gösteren Hitchcock; aynı zamanda bugüne kadar güncelliğini korumuş bir klasik bizlere sunmuştur. Film dezavantaj gibi görünen siyah ve beyaz çekimin işlevselliğini ve avantajlarını öyle güzel kullanmıştır ki ortaya zamansız, hala yönetmenlere esin kaynağı olan bir film çıkmıştır. Siyah beyazın kullanımına en güzel örneklerden biri olan "Psycho", siyah beyaz film yapacaklara ders niteliğinde ve bize harika bir seyirlik sunmakta :). Keyifli seyirler, bol sanatlı günler :).


Öneri Makinesi'ni Sosyal Medyada Takip Edin

Twitter
Instagram
Goodreads
Tumblr
Soundcloud
Devamını Oku »